27 Temmuz 2016 Çarşamba

Londra Gezi Notları (28 Temmuz - 3 Ağustos 2010)

 
Bu yazıda, kendi aldığım notlar yanında, gezerken edinilen tanıtım kitapçıkları, yazıyı kâğıda dökerken bakılan web sayfaları dışında; Micheal Lepman (2009); Londra Görsel Gezi Rehberleri. Dost Yayınevi. Ankara’dan da yararlanılmıştır.
Ayrıca uzun yıllardır Londra’da ikamet etmekte olan sevgili hocam Dr. Ergin Yıldızoğlu, bu yazıyı okuyup, özellikle İngilizce yer isimleri konusunda kimi düzeltmelerde bulunma nezaketini de göstermiştir. Huzurlarınızda kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.

***
2010 Model bu seyahat notları, daha önce pdf dosya olarak e-posta biçiminde paylaşılmıştı. Bu defa daha çok sayıda izleyici tarafından göz atılsın diyerek bloğa aldım.

"Biçim arızaları" nın çoğu benim bu kadar uzun ve takriben 135 görselli bir malzemeyi bloğa taşıma tekniğine çok vakıf olmayışımdan kaynaklanmaktadır. Zaman içerisinde düzeltebileceğimi düşünüyorum.
Yazının pdf  dosyası için serdarsahinkaya35@gmail.com'a bir e-posta kafidir :):):)

 ˜
1998’deki Londra seyahati üzerinden tam on iki yıl geçmişti. Bu defa biraz daha planlı ve gezme, öğrenme amaçlı seyahatimizin başlangıcı kış aylarına dayanıyor. Sevgili kızım Asya’nın 2011’deki ÖSS macerasının bir yıl öncesindeki hazırlıkları nedeniyle bu yaz uzunca bir deniz tatili yapıp Altınova’daki yazlığı açamayacaktık. Asya’nın yaklaşık on günlük bir boşluğu vardı. Bu sürede becerilebilirse bir yurtdışı yapılabileceğinden hareketle tercihini (ÖSS tercihi değil) kendisine sorduk. O da Londra’yı seçti. On iki yıl önce Londra’da çekilen fotoğraflarına baktıkça hiçbir şey anımsamıyordu.

İngiltere tecrübesi fazla olan sevgili eşim Selcan, seyahat planımızı üstlendi. Uçuş biletlerimiz, otel rezervasyonumuz, London Pass ve Travel Cardlarımız hazırlanmıştı.

Hazır Londra’ya gidecekken bir de müzikal izleyebilsek süper olacaktı. Müzikaller arasındaki tercihimizi Asya’ya bıraktık, o da The Phantom of the OPERA’ yı seçti. Müzikalin biletlerinin biz gitmeden tedarik edilmesi işini de SBF83’ün güzel yeğenlerinden Londra’da mukim sevgili Deniz İşbilen kızımız kotaracaktı.

* * *

Ankara’dan İstanbul’a oradan da Londra’ya uçacaktık. Ankara Esenboğa havaalanına saat 06.00 sularında vasıl olduk. Valizlerimizi Londra’ya kadar bağlatıp, biniş kartlarımızı da alıp elimizdeki yüklerden kurtulmanın keyfini sürüyorduk ki İstanbul’a gideceğimiz uçağın bir saate yakın gecikeceği anonsunu duyduk.

Peki, 10.20’de Londra’ya kalkacak uçağa ya yetişemez isek? Haklıydık da. İstanbul’da iç hatlara inip, dış hatlara geçecek oradan pasaport kontrolüne girecektik. Zamanımız çok daralacaktı. Gerçekten de öyle oldu, Londra uçağına kendimizi atarken isimlerimiz okunarak bizim için son çağrı olduğu belirtiliyordu. Hâlbuki bu gecikmenin sorumlusu tüm uçuşları yaptığımız şirket idi. Ayrıyetten, benim gibi mütekeyyif madde müptelası olan birisi duty free’den sigara alamadan uçağa binmişti. Artık Londra’da üç katı fiyattan sigara tedarik edilecekti. (Bu satırlar blog ile paylaşılırken, sigarayı bırakalı tam on dokuz ay olmuştu).

***

Evet, keyifli bir yolculukla üç buçuk saat sonra Stansted (STN) havaalanına indik. STN, Londra’ya elli beş kilometre uzaklıkta. Şehre ulaşım için tren de var, otobüs de. Otobüs fiyatları daha ucuz. Dolayısıyla biz de otobüsü tercih ettik ve Terravision Bus ile Liverpool İstasyonuna hareket ettik. Ve yaklaşık yetmiş dakikalık bir yolculuk sonrası Liverpool İstasyonuna gelmiştik. Fakat bizi bir sürpriz bekliyordu. Üçümüzün de cep telefonları çalışmıyordu. Geçtiğimiz yıl cep telefon numaralarımızı homomemurus kampanyasından yararlanmak için değiştirmiş ve fakat yurtdışına açtırmayı unutmuştuk. Siz siz olun aman ihmal etmeyin.



Tekerlekli valizlerimizi çekiştirerek bulunduğumuz noktaya yakın otelimiz Marlin Appartments’e geldik. Odamıza yerleşirken bir yandan da Deniz’e buluşma noktası itibariyle e-posta göndermeye gayret ediyorduk. Mesajı gönderdik ancak acaba Deniz görmüş, okumuş muydu?

Saat 17.00’ye doğru otelden çıkıp, Commercial Route’dan Commercial Street’i takip ederek Christ Churc’den sola dönüp sağımıza Old Spitalfield’i alıp yürüyerek doğruca Liverpool İstasyonuna vardık.
Yürüdüğümüz bölge esas olarak tarihi dokunun korunuşuyla bizlerin keyfini yükseltirken aradaki cam bloklu finansal kuleler ise şaşkınlık yaratıyor ve fakat çok da yadırgatıcı gelmiyordu.
İstasyon önündeki kalabalığa karışarak Deniz’i beklemeye başladık. Randevu saatimiz 18.30’a daha bir yarım saat vardı. Etrafı, insanları gözlüyorduk. Yavaş yavaş insanlar sel olup akmaya başladılar. Mesai saatinin sonu idi. Her tondan gri takım elbiseli ve mavi ya da beyaz gömlekli ve de kravatlı şık beyler, tayyör etekli ya da düz elbiseli her yaştan ve her milletten bayanlar. Ve bol miktarda sırt çantası. Ayrıca kasklı ve sırt çantalı bisikletliler, rüzgâr olup uçuyorlar, birkaç gazeteci gazetelerin akşam baskılarını gelene geçene bedava dağıtıyorlardı.
Bu hengâme içerisinde Deniz’i nasıl tanıyacaktım? Bir kere 2000 yılında görüşmüştük. Bizler kalabalığa karışan her genç bayana büyük bir dikkatle bakıp duruyorduk.
Cadde üzerindeki kırmızı telefon kulübelerinden arayalım dedik. Ancak, kulübelerin içinde ya ankesör yoktu ya da olanlarda gayri faal durumda idiler. Dekor olarak duruyorlardı sanki. Tabi meydandaki bu kalabalığın kiminin elinde kiminin kulağında bu kadar cep telefonu var iken belli ki gözden çıkarılmışlardı.
Bir ara Selcan’ın aklına istasyonun içerisine girebilirsek orada mutlaka telefon bulabileceğimiz geldi ve fakat o an polis istasyona girişi bilmediğimiz bir nedenle yasaklamıştı. Randevu saatimizi bir on dakika geçmişti ki, kalabalık içerisinde aydınlık yüzlü genç bir bayan göründü. O idi. Tıpkı annesi sınıf arkadaşım sevgili Gül’ü andırıyordu.

Seslendim;
-Deniz….
 Ve döndü. İşte buluşmuştuk.
 Ayaküstü sarılma ve birkaç laftan sonra vakti var ise akşam yemeğini birlikte yemeği teklif ettik. Lakin yemek yiyecek vakti olmadığını öğrenince onun önerisi ile yakındaki Patisserie Valerié’ ye oturduk, Bir saate yakın birer kahve eşliğinde keyifli bir sohbet tutturduk.

 

Asya ve Deniz İşbilen İle

Bu arada cep telefonlarımızla ilgili problemi kendisine aktardık ve onun sim kartını bizlerin cep telefonuna takarak bizim telefon şirketi ile irtibat kurup cep telefonlarımızı uluslararası görüşmelere açtırmayı sağladık. Bir beş dakika sonra telefonumun ekranında orange mesajı göründüğünde artık rahatça telefonlarımızı kullanabiliyorduk.
Müzikal biletlerimizi de alıp birkaç fotoğraf da çekerek Deniz’e veda ettik.
Hava kararmaya ve karnımız acıkmaya başlamıştı ayrıca günün daha doğrusu yolcuğun yorgunluğu da kendisini hissettiriyordu.
TESCO’dan yiyecek ve içeceklerimiz tedarik edip otelimize döndük. E ne de olsa odamızda tam teşekküllü bir mutfağımız da var idi.


Şahinkayalar

 

II. Gün, 29 Temmuz 2010, Perşembe.


Gün erken ağarıyor buralarda. Oteldeki sigara içme yasağı nedeniyle sık sık cama çıkıyorum. Uzakta birkaç yeni kule bina görünüyor. Ama yakın planda kızıl kahve tonlarında tuğlalı klasik binalar iyi ki hâlâ ağırlıklarını koruyor.
  



Dün havaalanından geldiğimiz otobüsten inerken bir ara gözüme çarpmıştı Bishopsgate tabelası. Bu sabah uyandığımda da anımsadım. 2008’de yani Komünist Manifesto’nun yayınlanışının 160. Yıldönümünde Celal Üster, Cumhuriyet Kitap ekinde, Manifestonun doğuşuna ilişkin bir yazısında bahsetmişti buradan. Hemen Cumhuriyet arşivine girdim internetten ve buldum o yazıyı. 13 Kasım 2008 tarihli yazının girişinde aynen şöyle yazıyordu:

Komünist Manifesto, bundan yüz altmış yıl önce, 1848 Şubatının ortalarında, Londra’nın Bishopsgate mahallesinde ki gösterişsiz bir basımevinde basıldı. Almanca olarak Manifest der Kommunistischen Partei adıyla yayınlanan bu küçük broşür (…)”



Sonrada bu notları yeniden yazarken o bahse konu küçük broşürün ilk baskı kapağını da buldum.
Neyse, güne keyifli bir kahvaltı sonrası devam edelim.

Efendim, burada bir parantez açmama izin verin. Zira gezerken karşılaştıkça hayretler uyandıran tarihin izlerini taşıyan kent dokusundan önce kısa bir bilgiyi aktarmakta yarar var. Bilenler bilir, Londra’nın tarihi (İngiltere'nin ayrıntılı tarihi için; http://www.british-history.ac.uk/) Iulius Caser’ın M.Ö. 55 yılında İngiltere’yi işgal etmesiyle başlar.

Londra, 1066 yılındaki Norman istilası sonrası başkent olmuştur. Yani daha Alpaslan komutasındaki Selçuklular Anadolu’ya gelmeden önce.  Bugün, 1606 kilometre karelik bir coğrafi alanı kaplayan ve on dört bölgeden oluşan Londra, XVIII. ve XIX. Yüzyıllardaki ticaret ve sanayideki müthiş gelişmelerle beraber dünyanın sayılı büyüklük ve zenginlikteki bir kenti haline gelmiştir. 1666’da büyük bir yangın geçiren bugünkü kent büyük ölçüde Victoria döneminin kalıcı izlerini taşımaktadır. 
Otelden çıkıp yürümeğe başladığımızda yukarıda yazdıklarım nedeniyle etrafa daha bir dikkat kesilmiştim. Aldgate East, istasyonundan metroya binerek bir durak sonra Tower Hill’de inerek gezimize başladık.
 

 

Kızım Asya ile.

Metrodan çıkışımızda karşımızda devasa surlarla çevrili o ünlü Tower Hill diye adlandırılan yapı blokları ile karşılaştık.



900 yıllık geçmişi boyunca bu yapılar, korku salmış. Monarşiye karşı gelen kişiler kulenin kalın duvarları arkasındaki zindanlarda işkenceye uğrarlarmış.
Biz bu surları takip ederek, Tower Bridge’e vardık. Daha önceki seyahatimizde içini gezemediğimiz Tower Bridge (Kule Köprüsü) bu defa gezebildik. London Pass’ımız olduğu için kuyruğa girmeden ayrı bir turnike ile içeriye girebildik.
Kule köprüsü, 1894 yılında tamamlanmış. Yani Viktorya döneminin mühendislik harikalarından biri. Sivri tepeli iki kule ve bunları birbirine bağlayan bir platform.




Asya, Tower Bridge önünde



Kulenin tepesi için 300 basamak merdiven çıkılıyormuş eskiden, neyse ki şimdi asansör var. Asansöre binince çıtır bir çekik gözlü görevli bizi köprü ile ilgili bilgilendirdi.
İndiğimiz katta Tower Bridge Experience denilen interaktif bir sunum izledik. Bu sunumda köprünün yapılışının öyküsünü adım adım görmek ve öğrenmek mümkün. Oradan belirlenmiş güzergâhları takip ederek yıllanmış ahşap merdivenler ve demir – çelik yapılar ve binlerce cıvata somun arasından köprü platformuna geçiyorsunuz. Bu arada takip edilen güzergâhta kimi canlandırma sürprizleri de oldukça keyifli tasarlanmış.

 

 Thames Nehri’nin üzerindeki bu köprüden sağlı sollu Londra manzaraları gerçekten mükemmel.



 Köprü boyunca yine iki taraflı olarak fotoğraflı bilgilendirme panoları oluşturulmuş. Bu panolarda İngiltere’deki ve dünyadaki ihtişamlı köprülere ve bu arada bizim Boğaziçi Köprüsüne de yer verilmiş.

 
 
Köprü platformunun üzerinde iken bir şey dikkatimi çekti. Beyaz işçi tulumlu, okuma gözlüklü ve sakallı bir İngiliz görevli, bir elinde büyüteç bir elinde hazır basılı bir kroki üzerinde titiz bir iş çıkartıyordu. Merak ederek ne yaptığını sordum, dedi ki;
Periyodik olarak, bütün bağlantı elemanlarını tek tek kontrol ederek durumlarını inceliyoruz. Ve gerekli korumacı bakımı bu şekilde yapıyoruz.
Bir de bizim ülkeyi düşünelim mi? Bence bırakın bağlantı elemanlarının periyodik bakımını, göze çarpan dramatik bir korozyon bile görülse değiştirme bir yana zımpara bile kullanmadan üzerine çekiverirler yağlı boyayı. Öyle değil mi?
Köprü platformunun bitiminden diğer kuleye ulaşarak yine asansör ile aşağıya indik. Bu asansördeki bay görevli, hem hatıra eşya reyonunu görmemizi hem de istersek çıkışı takiben yolun sonunda merak ediyorsak köprüyü açıp kapatan üniteyi de ziyaret edebileceğimizi belirtti.
İngilizler gerçekten bu işleri çok iyi biliyor ve organize ediyorlar. Ironbridge ve Endüstriyel Miras… yazımda da daha önce belirtmiştim. Öyle güzel ve anlamlı hatıra – hediyelik eşyalar yapmışlar ki hem girişte hem de çıkışta. Darısı bizim memleketin başına demeden edemiyor insan.
Karşı tarafa geçip birkaç adım sonra, köprünün açılıp kapanmasını sağlayan sitemleri görmek üzere onların engine room dedikleri benim de makine dairesi diye adlandırdığım kısma geçtim. Victoria dönemi mekanik ve mühendisliğinin meraklıları etkilememesi mümkün değil.

Bu ünitede de bahse konu ettiğim hatıra eşya kısımları bulunuyor.

 

Tower Bridge turunu tamamlayarak Kraliçe anısına 2000’lerde yapılmış Queen’s Walk (http://www.londontown.com/LondonStreets/the_queens_walk_d22.html) üzerinden, gri bulutlar ve kahverengi nehri takip ederek yürüyüşümüze devam ettik ve bol bol fotoğraf çektik.

Az ileride bir savaş gemisi iskeleye demirlemiş duruyordu. Yaklaştığımızda onun HMS Belfast isimli bir müze gemi olduğunu fark ettik. Elimizdeki rehber kitaptan öyküsünü okuyunca hazır elimizde London Pass’da var mutlaka görmeliyiz.
Asya’yı sahilde bırakarak biz Selcan ile gemiyi gezmeye karar verdik. Burada da iskelenin girişinde ciddi bir hatıra, hediyelik eşya ünitesi mevcuttu. Zaten girişler de buradan yapılıyordu.



 Efendim, HMS Belfast Gemisi (http://www.iwm.org.uk/visits/hms-belfast ), II. Dünya Savaşında hizmet vermesi için 1938’de denize indirilen bir gemi.

North Cape Savaşında Alman Savaş gemisi Schamborst’un batırılmasında ve Normandiya çıkartmalarında çok önemli görevler üstlenmiş.
1971’de müzeye dönüştürülen bu gemide, üniformalı müze görevlileri sizleri karşılıyor. Ve dilinizi sorarak (ki maalesef epeyce dil var Türkçe yok) elinize telefon ahizesine benzer bir cihaz veriyorlar.
Geminin hangi noktasında iseniz orayı algılayıp o gemide görev yapmış yaşlı bir denizcinin kendi sesinden kayıtları dinleyerek geminin o kısmı hakkında bilgi alıyorsunuz. Yönlendirme tabelalarını ve güzergâh iplerini takip ederek bir aşağıya iniyor, bir yukarıya çıkarak tüm gemiyi dolaşabiliyorsunuz.
İnsan figürleri ve o kısma ait sesli animasyonlarla, tam bir yaşayan müzeye dönüştürülmüş. Fırıncıdan, marangoza, terziden, berbere, doktordan dişçiye, marketten tütüncüye kadar yok yok. Nerede ise hepsi canlı gibi. Dinlenen "maket" denizciler bira içip laflıyor, şakalaşıyor, yatakhanedeki hamaklarda istirahat halindeki kimileri ise horluyor, duyuyorsunuz gerçekten.
Çok etkileyici ve eğitici.
Hele bizim ülkede, Yavuz Zırhlısı’nı jilet yapışımız, Savanora’ya Arap müşteri peşinde koşmamız ve daha da acısı son dönemdeki, Poyrazköy Kazılarını, Balyoz Soruşturmasını, Suga, Oraj vb’lerini düşününce yüreğiniz daralmaz mı?


Oradan çıkıp, kızımızla buluşarak, yürüyüşümüze devam ediyoruz.

Aslında biraz oturarak dinlenmek ve bir kahve içmek ne iyi gelir diye düşünürken önümüze muhteşem çelik çatılı bir galeri çıkıveriyor: Hays Galleria.
(http://www.infobritain.co.uk/Hays_Galleria.htm)

 

Mekân, bu güzergâh içerisinde bedenimizi ve ayaklarımızı dinlendirmek için ideal ve hoş bir yer. Girişin her iki yanında galerinin ortasındaki tasarımın ikinci dünya savaşında kaybedilen askerlerin anısına yapıldığı yazılı.


Devasa bir çelik çatı, camlarla ferahlandırılmış. Girişte sağlı sollu kafeler ve butikler ve huzur içinde dinlenen insan grupları. Binanın bugünkü orijinal yapısı 1856 yılında Sir William Cubit tarafından tasarlanmış. Ancak, binanın tarihi 1600’lere uzanıyor.
Tarih içerisinde çeşitli yangınlarla yıpranmış ve değişik dönemlerde restore edilmiş.  En son ve kapsamlı restorasyonu 1988’de geçirmiş. Dönemsel olarak çeşitli sergi ve fuarlara ev sahipliği yapan bu mekânının üst katları ofis ve konut olarak da kullanılıyormuş. 

 

Dinlenmiş, kahvelerimizi içmiştik. Kraliçenin yürüyüş yolundan Londra Köprüsüne kadar devam edip oradan doğruca Southwark Cathedral’e geçtik. Tam bir "külliyeyi" andıran katedralin kimi kısımları XII. yüzyıla tarihli. 1905 yılına kadar katedral olarak kullanılmamış olan yapılardaki şapellerden birisi 1607’de kilisede vaftiz edilen Harvard Üniversitesi’nin kurucusu John Harvard’a adanmış. (Meraklısı için: http://cathedral.southwark.anglican.org/)
 

 
Kapıda sizleri karşılayan kibar görevliler bir anlamda memleket nire hemşerim? diyerek dilinizi öğrendikten sonra o dilde hazırlanmış tanıtım kitapçığını tutuşturuveriyorlar elinize. Burada da Türkçe yok tabi. Ama yine burada da var olan harika bir kitabevi ve hediye – hatıra eşya bölümü.

 
Ve katedralden çıkıp dalıyoruz ortaçağ sokaklarına. Kızıl kahvenin her türlü tonlarıyla bezenmiş yüzyılların binalarının arasında bir kemerli köprü altından geçerken bir onarıma rastlıyoruz. Tuğlalardan oluşan kemerin altına ustalar çelik kafes germekle meşguller.
Sokak direklerine asılmış inanılmaz güzellikteki, pembeli, morlu, kırmızılı, beyazlı çiçekler insanın için açıyor. Ankara’nın şehremini gibi yoldaki ağaçların diplerine çiçek dikip egzoz gazına boğmayı öğrenememiş şu İngiliz milleti.
Park Caddesinde ilerleyince The Anchor çıkıyor karşınıza. Thames nehri kenarındaki pub’ların en ünlüleri arasında yer alıyormuş.
 
The Anchor’ün tarihi, bu bölgeyi yani Soutwark’u yerle bir eden 1676 yılındaki yangına kadar geriye gidiyormuş. Fotoğrafta gördüğünüz kırmızı panjurlu bina, 1700’lerde yapılmış haliyle 300 senedir hizmet vermekte.
Bir zamanlar, Mülkiyeliler Birliği binalarını “artık ekonomik ömrünü tamamladı, merdivenleri de zaten çok dar” diyerek yıkmaya yeltenenlerinin büyük bir bölümü buraları gezmiştir hem de menemen master burslarıyla ya neyse!




Bu arada bir not daha düşeyim. İngiliz Pub’ları ile ilgili ayrıntılı bilgi için www.pubs.com'a bakılabilir.
Planladığımız güzergâha göre sırada Shakespeare Globe Theatre (www.shakespeares-globe.org ve http://www.shakespearesglobeguide.co.uk/index.php)var. Nehrin kıyısındaki bu yapı grubu, aynı yerde bulunan bir Elizabeth dönemi tiyatrosunun üzerine inşa edilmiş. Öğrendiğimize göre Şekspir’in birçok oyunun ilk gösterimleri burada gerçekleştirilmiş.

 
Bu ünlü İngiliz yazarının hayatını ve eserlerini konu alan o dönemin kostümleri, aksesuarları ve çalgılarının yer aldığı sergiyi de izlemenin ayrı bir kültür zenginliği olduğunu da not etmekte yarar var. Artık iyice yorulmuştuk.
Dünyanın önde gelen çağdaş sanat koleksiyonlarını bünyesinde barındıran Tate Modern’i gezmedik. Ama bu dinamik mekânın merdivenlerine oturarak bir miktar dinlenerek Millenium Köprüsünden Thames’in karşı kıyısına geçip St Paul Cathedral’ine kadar yürüdük.

 

St Paul Katedrali’nin mimarisi gerçekten çok etkileyici 1666’daki büyük Londra yangınında harabeye dönen yapı ve iç düzenlemeleri 1675’e kadar süren teknik tartışmalara rağmen bugünkü ihtişamına kavuşmuştur. Kubbesi, 110 metre yüksekliğiyle Roma’daki St Pietro’dan sonra dünyanın ikinci kubbesidir. Kubbenin üzerinde yer alan fenerin 850 ton olduğu kayıtlarda sabittir.



Kronolojik olarak bakıldığında burası ilk defa 604 yılında Piskopos Nellitus tarafından yapılmıştır. Mezar odasında (kripta) Florence Nightingel’den meşhur casus T.E. Lawrence’e, Trafalgar kahramanı Amiral Nelson gibi ünlü kişi ve kahramanların mezarları burada bulunur. Katedralin dikkat çekici demiş işlerindeki ustalığa şapka çıkarılabilir.
Öğlen yemeği zamanı gelmiş geçiyordu. Katedralin karşısındaki M&S Yemek dükkânından yiyecek ve içeceklerimizi alarak, kalabalıklara uyup Katedralin bahçesinde karnımızı doyurduk.

Öğleden sonra kalan zamanımızı Covent Garden’a ayırmıştık. (Fotoğraf makinemizin pili bittiği için Covent Garden’a ilişkin görseller
http://www.gothereguide.com/covent-garden+london-place/ dan edinilmiştir.) Yine metro ile gittik. Ve bu esnada genç bir siyahî müzisyenin çaldığı saksafondan yükselen Jazz namelerini geride bırakarak. Sahi bu metro müzisyenleri içinde ne kadar usta müzisyen var demekten kendini alamıyor insan.

Ortaçağ Londra’sında bu bölgede Westminster Abbey’in bağları varmış. Şimdik ortalık cıvıl cıvıl; açık hava kafeleri, lokantaları, müzisyenleri, tiyatrocuları sokak göstericileri. Her köşede bir kişi ya da grubun etkinliği sürüyor.

 

Yukarıda gördüğünüz meydanın tam ortasında yer alan Piazza, 1974 yılına kadar toptancı pazarı barındırıyormuş. Bu tarihten sonra buradaki ve çevredeki Victoria dönemi yapılar dönüştürülerek tam bir turistik cazibe noktası oluşturulmuş. Piazza denilen ve bugün nerede ise dünyanın tüm milletlerinden bu arada Türkiye’den de satıcıların açtıkları tezgâhlarda ilginç el ürünü objelere ve Londra’ya ait turistik eşyalara rastlamanız ve alışveriş yapmanız mümkün.




Akşam oluyordu yavaştan. Otele dönüp 19.30’daki müzikali izlemek için biraz güç toplamak gerekiyordu.

 


Saat 19.00 doğru metro ile Piccadilly Circus hareket ettik. Çok hareketli merkezlerden biri olan Piccadilly, bu adı “XVII. yüzyıl züppelerinin giydiği kırmalı yakalardan (pikadil) almış”

Metro istasyonundan meydan çıkışına yöneldik. Çıkılan meydanın kalabalığı ve hareketliliği görülmeye değer. Burası, yani meydanın ortasında 1892’de dikilen Alfred Gilbert’in Eros Heykeli'nin (Heykel, Victoria dönemi hayırseverlerinden Shaftasbury Kontunun anısına dikilmiştir.) etrafı tam bir buluşma  merkezi.

 
Meydandan sağa dönüp kalabalığa karışarak Her Majesty’s Theatre’in      önüne gelmiştik. Tiyatronun olduğu bina dıştan muhteşem görünüyordu. Üzerindeki plâkete göre binanın tarihi 1917 idi. Yani, Sovyet Devrimi ile yaşıt.  (www. hermajestystheatrelondon.com)

 
Temsil saatinden yarım saat önce kapılar açıldı. Sağ taraftaki merdivenlerden yukarılara doğru tırmanarak balkonun en ön sırasındaki yerimizi aldık. Tiyatronun iç bezemeleri bizleri nerede ise büyülemişti.

 

İki perde halinde izleyecek olduğumuz The PHANTOM of the OPERA (Operadaki Hayalet), ünlü İngiliz besteci Andrew Lloyd Webber’in en popüler eserlerinden birisidir.
Yıllardır zaman zaman büyük bir keyifle dinlediğim eseri bu defa daha büyük bir keyifle ve soluksuz izledik. Müzikleri zaten anımsıyorduk. Ama ezgiler, karakterlerle canlandırılınca muhteşem bir şölene dönüşmüştü. Hele sahne değişikliklerindeki ustalık ve dekorlar ve efektlerdeki olağanüstü estetik gerçekten de görülmeye değerdi.




Sadece aktör ve aktrisler, dekorlar, kostümler, aksesuarlar ve müziklerin, orkestranın muhteşemliği değildi izlediğimiz, izlediklerimiz ciddi bir mühendislik harikası idi aynı zamanda. O eski ve küçük ölçekli sahne, öyle akıllıca ve ustaca kullanılıyordu ki, öyle bir mekanik ve elektronik altyapı vardı ki gerçekten düşler ülkesinde olduğumuzu varsayıyorduk. 
Ve eser saat 23.00’de bittiğinde dünyanın bütün milletlerinin izleyicilerinden büyük bir alkış koptu haklı olarak. Tiyatronun çıkışında üç teşekkürde bulundum; Selcan’a böyle bir planlama yaptığı için, kızım Asya’ya bu eseri seçtiği için ve Deniz’e davetiyelerimizi önceden ayarladığı için.
Artık Piccadilly’nin gece keyfini sürmek zamanı idi.

  III. Gün, 30 Temmuz 2010, Cuma.


Evet, bugün epeyce bir zamanı on sekiz yaşında bir kızı olan baba modelinin gereği yerine getirilecektir. Yani kızımın alışveriş zamanıdır.

 
Efendim,
Sabah keyifli bir kahvaltı sonrası, Aldgate East İstasyonuna kadarki serin yürüyüşte günün ilk sigarasını tellendirdim. Metro ile hat değiştirip Oxford Street’e intikal ettik. Aman tanrım bu ne kalabalık, dünyanın tüm milletlerinden kadınlar, erkekler, çocuklar akın etmişler sanki renk, renk, boy, boy. Yaklaşık iki kilometre uzunluğundaki bu cadde, iki taraflı alışveriş merkezleri ile dolu.
Eşim ve kızım ilk dükkâna dalarken bana müsaade deyip onlardan çok da uzaklaşmadan yol üstündeki banklardan birine oturup, etrafı, binaları, insanları seyre daldım. 

Bugün Türkiye’den getirdiğim sigaram bitmişti. Cadde üzerindeki  bir büfeden sigara aldım. Aman dedim aman. Bizim memlekette 7 TL olan sigara burada 7.30 pound. Nerede ise üç katı. Saatler öğleye yanaştığında caddedeki kalabalık iyice arttı. Ne kadar çok da kırmızı çift katlı otobüs ve ne kadar siyah minnacık Londra taksisi var. Ve sanki, buralarda “U” dönüşü yasak değil.
Ve ne kadar çok bisikletli var. Çok yaygın olarak kullanıyor, genci, yaşlısı. Bu yaygınlığa rağmen dün gece TV’de konuşan Londra’nın belediye başkanı Boris Johnson (hani Ali Kemal’in torunu olan) kentin çeşitli yerlerinde yeni kiralık bisiklet parkları kurduklarını ve daha da yaygınlaştıracaklarını anlatıyordu. Gerçekten Londra’da bu konuda büyük bir kampanya yürütüldüğü göze çarpıyor.


Beklerken ilgimi çeken iki yapı.
 
Saatlerdir geleni geçeni izlerken Londra Modası hakkında epeyce gözlem yapma imkânım oldu. Saç biçimleri ve renkleri, ojeler, kıyafetler, aksesuarlar ve farklı derinlikteki dekolteler. Bu arada kimi kolsuz ve bir karış tişört ile ayağında dağcı botu olanlar ya da üzerindeki Trençkot ve boynunda fuları ve ayağında parmak arası terlikle gezenler.
Siyahlar, beyazlar, sarılar; dünya yurttaşları. Tam bir cümbüş doğrusu. Belki gözüm doymuştu ve fakat artık karnım ciddi acıkmıştı. Bizimkiler alışverişi nihayetlendirdikten sonra, M&S’de yiyeceklerimizi kapıp, ilk bulduğumuz parkta yerimizi aldık. Zor da yer bulduk sayılır. Yer deyince bank zannetmeyin çimen üzeri iki evlek yerden bahsediyorum. İnsanlar, çıkınlarını kapıp gelmişler “boğazlar meselesini”  hallediyorlardı.

 
Yemek sonrası yine yeni yerler görmenin heyecanıyla, sarı hattı alıp metro ile Hyde Park Corner’da indik.

Bu ünlü parkın güneydoğusunda yer alan Apsley House (www.apsleyhouseguide.co.uk), 1778 yılında inşa edilmiş. 50 yıl sonra da Wellington Dükü’ne büyük bir konut temin etmek amacıyla genişletilmiş. Selcan’ın içeride Dük’ün kapsamlı güzel sanatlar koleksiyonu, görkemli ipek panolar, Goya, Velazquez, Rubens gibi sanatçıların resimleri, çeşitli porselen, gümüş ve mobilyalar var görseniz çok beğeneceksiniz demesine rağmen baba, kız olarak tuhaf bir ittifak ile bir olup girip gezemedik. Ayrıca da park hoşumuza gitmişti. Ve önümüzde Wellington Arch duruyordu.

 

 Bu görkemli yapı, Apsley House’dan sonra,  bu büyük alana ne yapılmalı diye süren 100 yıllık bir tartışmalardan sonra 1828’de Decimus Burton’un tasarımıyla dikilmiş.  Kemerin üzerindeki heykel ise 1912 yılında Adrian Jones tarafından eklenmiş.  Kemerin içindeki giriş kısmından London Pass’larımız marifetiyle üst kata çıktık. Bu yapının tasarım evrelerinin sergilendiği salonu gezip, manzarayı görmek için açık terası gezdik.

 

Buradan İngiliz monarşisinin kalbi olan Buckingham Palace’a uzanan çift taraflı ağaçlık yol güzel görünüyordu.
İşte o güzel ve oldukça uzun bulvardan sağımızda sarayın kalın ve yüksek duvarlarını takip ederek Buckingham Palace’a ulaştık.

 
Çeşitli uluslardan insanlar gruplar halinde bol bol fotoğraf çektiriyorlardı. Sarayın ana çizgileri, Victoria dönemi Londra'sının mimari siluetini gerçekleştiren ünlü mimar John Nash’e aitmiş. Konut ve ofis olarak kullanılan sarayda aile hariç 300 kişinin çalıştığı söyleniyor.
Aslında nöbet değişim saati çoktan geçtiği için pek bir çekiciliği yok gibi. Daha öncede gördüğümüz için çok fazla vakit harcamadık bir  kaç poz fotoğraf çektik.
Saraydan ayrılarak haritamızı takiben saray muhafız birliği binalarının önünden yürüyerek yaklaşık bin yıldır İngiltere’nin politik ve dinsel merkezi olan Whitehall ve Westminster bölgesine ulaştık.
XI. yüzyılda buradaki bataklık alan üzerindeki adaya ilk saray inşa edilmiş. Yanına bir de kilise. Kilise inşasından elli yıl sonra Kral Edward tarafından genişletilerek İngiltere’nin en büyük manastırına dönüştürülmüş ve manastır daha sonra bölgeye adını vermiştir Takip eden zamanlarda Hükümet Binaları da bu bölgede inşa edilmiş. (Not: Minster:  manastır kilisesi anlamına  gelmektedir.)
Bölgede nereye bakılsa, devasa ve buram buram tarih kokan binalar ve heybetli heykeller göze çarpmaktadır. Bizde Japonlar kadar olamaz isek de çekebildiğimiz kadar fotoğraf çekip o bina ne idi, bu bina neresidir? sorularını elimizdeki rehber kitaptan öğrenerek yürümeyi sürdürdük. Ancak o dehşetli yapıların bütününü çekebilmeyi beceremediğimden internet kaynaklarından edinilen görselleri kullanmak daha anlamlı geldi doğrusu.

 
 
Londra' nın en eski ve önemli manastırı Westminster Abey ve  Victoria döneminin ünlü mimarlarından Sir Charles Barry tarafından gotik tarzda tasarlanan Parlamento binaları görkemleri ile öne çıkmaktadır.


Bu parlamento binalarının önünde yer alan 106 metre yüksekliğindeki saat kulesi Big Ben’in ise yeri tartışılmaz.  Burada küçük ve fakat önemli bir ayrıntıyı paylaşmakta yarar var.
Aslında Big Ben, kulenin adı değilmiş. Peki neyin adıymış? Saat başı sesi duyulan 14 tonluk tok sesli çanın adı imiş. Buradaki saat, Mayıs 1859 tarihindeki ilk kuruluşundan bu yana hiç aksamadan doğru zamanı gösteriyormuş. 1859, aynı zamanda bizim Mülkiye’nin kuruluş tarihi. E, Mülkiye’de kuruluşundan bu yana sosyal bilimler alanındaki bilimselliğinden hiç sapmamıştır nitekim!...

 Az önce, heybetli heykellerden bahsetmiştim ya. İşte bu heykellerden biri de 1648 İngiliz Devriminin, yani kraliyeti askıya alan devrimin önderi Oliver Cromwell’e ait.

 İngiltere Başbakanların konutu olan Downing Street No:10’a doğru giderken sağ koldaki The Red Lion’u biraz geçince yolun ortasında bir anıt dikkatimi çekti.

 
Bu anıtın adı Cenotaph. 1920 yılında Birinci Dünya savaşında hayatını yitiren askerler için yapılmış. Hatırlatma: Sadece XX. Yüzyıldaki askeri geçmişlerini anmaya, hatırlamaya dönük Londra’daki anıt sayısı on üç adettir. Bizim orda olduğumuz saatten bir süre önce anıtın altına taze çiçeklerden yapılmış CYPRUS yazısı dikkatimi çekmişti. Niye ki acaba?

 

 IV. Gün, 31 Temmuz 2010, Cumartesi.

Yine kahvaltı sonrası metro marifetiyle bir hat değiştirerek dünyanın en eski müzesi olan British Museum’a gittik. Müze, 1753 tarihinde Sir Hans Sloane’ın gayretleri ile kurulmuş.  Müzenin bahçesi de içerideki diğer katlarda tıklım tıklım ziyaretçi dolu. Daha çok da gruplar halinde dünyanın çeşitli yerlerinden çocuk ve genç öğrenciler.  Bir grup Türk öğrenciye de rastladık ve umutlarımız arttı.

Daha önceki gelişimizde de gezdiğimiz için kızıma kısa bir takdim de bulunabilmek amacıyla ülkemiz ve yakın coğrafyasına ait katlarda yoğunlaştık. İngilizler, dünyanın her köşesinden “kaldırdıkları” objeleri müzede yedi ana bölümde toplamışlar; Tarih öncesi ve Roma dönemi Britanya, Avrupa, Antik Yakındoğu, Mısır, Yunan ve Roma, Asya, Afrika.
 


Sevgili kızımın bu müzedeki konsantrasyonu beni mutlu etti diyebilirim. Özellikle Mısır bölümü ve mumyalar daha çok dikkatini çekti. Geçen defa kapalı olduğunu hatırladığım King’s Library’i bu defa görebildim. Bugün 60.000 adet seçme eserin yer aldığı bir ihtisas kütüphanesi olarak önemli bir işlev görüyor. Kütüphane,  III. George döneminde (1760 – 1820) oluşturulmuş.
 


Müzenin kitap satış bölümü ile hatıra eşya bölümü de görülmeye değer.  Burada İznik çinilerindeki desenlerin kullanıldığı hediyelik objeler oluşturulmuş ve fakat müzenin anlatıldığı kitap ve broşürler yedi dilde olmasına rağmen ne yazık ki kendi dilimiz yok. Peki, bu eksiklik sadece İngilizlere mi ait?
Yoksa, bizim kültür ve turizm ataşelerimiz bu işlerle hiç mi ilgilenmez!...
Biz orada iken Müze, BBC ile işbirliği halinde Dünya Tarihinden 100 Obje Sergisi düzenlemişti. Görülmeye değer bir sergi idi gerçekten.
 


Müzeden çıkışta, susadığımızı hissettik. Çıkışın karşı sırasında yer alan bir büfeden birer şişe su aldık. Metro istasyonuna doğu yürürken az önce aldığımız suların markasının İzmir olduğunu ve Karşıyaka Belediyesinin iştiraki olan bir şirket tarafından üretildiğini görünce, şaşırmadım desem yalan söylemiş olurum.

 

 

* * *

 Evet, efendim bugünlük bu kadar “kültür turu” nun yanında yine alışveriş zamanıdır. İstikametimiz Portobello.  


 Portobello, aynı zamanda bir alışveriş cenneti de olan Londra’nın önemli ve çok renkli çarşılarından da birisidir. Portobello, bir sokak  aslında. Oldukça da uzun bir sokak sayılır. Bizim oraya gittiğimiz gün cumartesi idi. İsabetli de olmuş. Tüm tezgâh ve mağazalar açık ve sokağın başından sonuna insan kalabalığından nerede ise görünmüyor.

 

Yol üzerinde yer yer sokak şarkıcıları canlı müzik icra ediyorlar. Bu İngiliz milletinin eskiye olan merakına saygılıyım da lakin her eski eşyayı abartılı bir biçimde anlatışları enteresan aslında. Kıymetli parçalar da var belki, örneğin kullanılmış eski pipoları bile camekân içerisinde sergiliyorlar.
Hani bir değiş vardır, “eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağar” hesabı. Bunları görünce benim 44 pipoluk koleksiyon burada iş yapar diye içimden geçirmedim desem yalan olur.
 
 
Portobello’daki ilginç mağazalardan biri de All Saint. Burası kızım için sattıkları itibariyle, benim için ise vitrin ve iç dekorasyonu itibariyle ilgi dikkat çekici bulundu. Genellikle genç kızlara dönük tekstil ürünleri ve cins cins aksesuarlar satıyor. Vitrinleri tamamıyla eski dikiş makineleri ile kaplı. Ağırlıklı marka ise Singer. Butik içerisinde de eski marangoz tezgâhlarını kullanmışlar. Çok hoşuma gitti doğrusu.

 

Ayrı bir yol üstü tezgahta eski matbaa malzemeleri, hurufatları da satılıyor.

 
 


 



 
 Önce kimi seyahat yazılarında ve Londra’yı tanıtan kitaplarda okumuştum. Dünyanın seyahat ile ilgili en zengin kitapçılarından biri de burada imiş. Onu da ziyaret ettik.
 


Portobello’da balıkçı tezgâhı

Cadddenin sonuna doğru seyyar tezgâhların içeriği taze sebze- meyve, kesme çiçek, balık ağırlıklı olmaya başladı. Bir de hazır yemekler satanlar. Hele ki bir kaç tezgâhta İspanyollar deniz ürünleri ve pirinçle hazırladıkları Paella pişiriyorlardı ki sormayın. Niyeti bozup gömecektim oradan bir porsiyon lakin aile efradı burun kıvırınca sadece koklamakla yetindim diyebilirim.

 


Portobello sokağının sonuna gelmiş, yorulmuş ve acıkmıştık. Sokak üzerindeki ve ara sokaklardaki kafe ve diğer yiyecek mekânları oldukça kalabalık görünüyordu.
Kendimizi paralel caddelerden biri olan Kensington Park Caddesine yönlendirdik. İyi ki de öyle yapmışız. Cadde üzerindeki köşede 37 numaradaki Mediterrano / Cucina İtaliano’yu görünce tamam işte budur dedim. Bizimkiler yorgunluğun ve açlığın verdiği umutsuzlukla kabullendiler.
Aslında tipik bir trattoria’yı andırıyordu. İçerisi biraz kalabalık görünüyordu. Kapıda duran esmer ve siyahlar giymiş bayan garsona üç kişilik bir yer istediğimizi söyledim. İçeriye göz atan bayan, “prego” diyerek yerimizi gösterdi.
Lokantanın dekorasyonu son derece sade ve doğaldı. Garsonların hepsinin İtalyan olduğu her hallerinden belli olup, kendi aralarında da  İtalyanca konuşuyorlardı. Menü geldi, İtalyanca. Altlarına yemeğin ismini değil kullanılan malzemeleri İngilizce olarak daha küçük puntolarla yazmışlar.
Ben kendime bir Penne Alla Norma siparişi verdim. Zira içerisinde domates, patlıcan, sarımsak ve bolca fesleğen vardı. Bizim kızlar da kendi seçimlerini yaptılar bir de ortaya şefin salatasından söyledik. Birazdan masamıza servis tabakları su bardakları ve bir büyük cam şişe su geldi. Yanında da bir çanak buz. İçecek tercihimizi soran bayana kendi adıma Peroni istediğimi söyleyince gözlerinin içi güldü sanki. Zira bilenler bilir İtalyanlar, ister Paris’te olsun ister Londra’da olsun işlettikleri lokantalarda genellikle kendi markalarını satarlar. Özellikle içki konusunda titizdirler.
 Pek bira içmememe rağmen İtalyan birası Peroni, bana uyar.
 Temsili Penne  Alla Norma

 Burada bizim aile içi bir durumu yeri gelmişken “manzara koyarak” kayıtlara geçirmekte yarar vardır. Efendim ben İzmir’de doğdum ve büyüdüm. Biz makarna yanında ekmek de yerdik. Hâlâ da yerim. Lakin eşim ve kızım bunu sürekli eleştiri konusu yaparak benimle dalga geçerler. Salatamızı getiren genç bayan ne sordu biliyor musunuz? 
-Ekmek ister misiniz? 
Gözlerim parlamıştı. Birazdan iki çeşit taptaze ekmek dilimlerinden oluşan bir ekmek sepetini masaya bıraktılar. Gördünüz değil mi? Her şey apaçık ortada. 
Daha sonra bir diğer garson masaya bir küçük çukur beyaz porselen tabak bıraktı. Yanına da iki cam şişe. Birinin içerisinde altın sarısı zeytinyağı, diğerinin içerisinde de balsamik sirke vardı. Tabağa zeytinyağını doldurup içerisine de birkaç damla sirkeden damlattım. Bu da bir nevi ebru çalışması olabilirdi. Makarnamı beklerken bir yandan da ekmeğimi bandırarak açlığımı yatıştırıyordum. Makarnalarımız gözüktü. Hem görsel olarak hem de lezzet olarak mükemmeldiler. Porsiyonlar da oldukça büyüktü.
 
* * *

 Artık yeniden yollara düşme saatidir. Selcan Hanımın önerisi üzerine Kensington Palace’a gidip oradan da Hollanda Parkı üzerinden hayatımıza yön verecektik.  İlk otobüs durağında otobüs hattını belirlemek üzere kendi aramızda konuşurken yaşlı bir İngiliz bayan yanımıza yaklaşarak yardımcı olabileceğini söyleyince kendisinden kaç numaralı otobüse binmemiz gerektiğini de öğrenmiş olduk. Bu tür bir davranışa dört gündür ikinci defa rastlıyorduk. Hoş bir davranıştı doğrusu.
Otobüsten saraya çok yakın bir noktada inerek yürüdük.


Kensignton Sarayı; Selcan ve Asya

 Sarayın içerisini ve saray önündeki büyük ve çok güzel bahçelerini gezerek bu arada Prenses Diana’yı da anmış olduk. Saray ve bahçeleri Hollanda Parkına komşuymuş. Parkın içerisinden yürüyerek ilk duraktan otobüse binerek 11.000 ampulle aydınlatıldığı söylenen Harrod’s Mağazasına yakın olan ilk durakta indik. Amacımız manyakça paralara bu mağazadan bir şey almak değil tabiî ki. Kızımın mağaza hakkında bir miktar fikri olması açısından  “geçiyorduk da bir uğrayalım" dedik.


 
 Akşam olmak üzereydi. Sıkı bir yürüyüşle, Piccadilly, Regent Sokak güzergâhları üzerinden gezerek, izleyerek ünlü Trafalgar Meydanı’na ulaştık.

  


  Trafalgar Meydanı, Londra'nın merkezinde, National Art Gallery'nin ana giriş kapısının baktığı önemli bir meydan.  Adını, 21 Ekim 1805'de İngiliz donanması ile Fransız ve İspanyol donanmaları arasında, İspanya'nın güneyindeki Trafalgar Burnu'nun batısında gerçekleşen deniz savaşından almakta. On beş yıl süren Napolyon Savaşları'nın kaderini etkileyen en önemli muharebelerden biri olan Trafalgar Muharebesi, Fransız ve İspanyol donanmalarının ağır yenilgisi ile sonuçlanmış.
Fransız ve İspanyol donanmaları toplamda otuz üç adet olan gemilerinin yirmi ikisini kaybederken, Amiral Horatio Nelson kumandasındaki yirmi yedi gemilik İngiliz donanması kayıp vermemiştir.
Ağır yaralanan Nelson, sonradan hayatını kaybetmiştir. Bu yenilgi ile Napolyon'un Britanya'yı işgal hayalleri suya düşmüştür. İngiliz donanması XVIII. yüzyılda ele geçirdiği deniz hâkimiyetini bu zaferle pekiştirmiştir. 
Meydanın adı önceleri IV. William meydanıymış. 1820'de IV. George tarafından alanın düzenlenmesi için dönemin ünlü mimarlarından John Nash görevlendirildi. Meydanın olduğu tüm semtin yani Charing Cross bölgesinin yeniden tasarlanması planları çerçevesinde Nash, Trafalgar Meydanı'ndaki pek çok binayı yıktırmış.  Meydanın bugünkü son haline ulaşması ise 1845 yılında İngiliz mimar Charles Barry'nin yaptığı çalışmaların sonunda gerçekleşmiş. Meydandaki 50 metre yüksekliğindeki sütunun üzerine Amiral Nelson’un heykeli vardır. 

 

Daha önce de belirtmiştim. İngilizler askeri zaferleri ile övünüyor. 
Onlar “tarihleri ile böyle yüzleşiyor”. Ya biz? 
Londra’daki açık hava etkinliklerinin nerede ise tamamının yapıldığı bu meydan yine cıvıl cıvıl.
Tam bir turistik merkez.  işlevi görüyor.


Gün batmaya yüz tutmuşken meydan civarlarındaki bazı dükkanlardan birkaç parça hediyelik eşya alıp metro ile Liverpool İstasyonuna döndük.

Smitfield’deki S&M Pub’ta keyifli bir akşam yemeği yiyerek bugün gezdiğimiz yerler hakkında bol bol sohbet ettik.

 


 V. Gün, 1 Ağustos 2010, Pazar.


Londra’da bir Pazar sabahı. Bugün yolculuk var. Erken kalkıp yine serin ve keyifli bir yürüyüşle Liverpool Street Tren İstasyonu’na yürüdük. Cambridge’e gideceğiz. Ve sevgili arkadaşımız Eda Baysal  ile buluşacağız. İstasyon tam bir pazar sabahı tenhalığında.
08.28 Cambridge trenine biletlerimizi aldıktan, kahvaltı için gerekli nevalelerimizi de istasyondan tedarik ederek trenimize bindik.


Tren çok tenha. Bizim vagonda üç dört çekik gözlü sırt çantalı gencin dışında kimse yok. Keyifli bir yolculuk başlıyor işte. Tren tam saatinde kalkıyor. Londra’yı kahverengi tuğlalı evleriyle geride bırakırken yeşilin dozu daha da artıyor. Ve biz de bu arada kahvaltı meselesini hallediyoruz. 




Tren, Cambridge’e kadar beş ya da altı istasyonda durup, yolcu alıp yolcu indiriyor. Cambridge doğru yaklaştığımızda sevgili arkadaşımız Eda’yı aradım. Bizi istasyon’da bekliyormuş. Yaklaşık bir saatin sonunda Cambridge’e varıyoruz. Arkadaşımızla sarılıp, özlem giderip ayaküstü laflayarak on iki yıl önce geldiğimiz kentin merkezine doğru yürümeğe başlıyoruz.


İstasyonun çıkışındaki bisiklet parkının büyüklüğü meseleyi anlamanıza yol açacaktır. Zira Cambridge hocasından öğrencisine aynı zamanda bisikletliler şehridir.

 
 
Arkadaşımız Eda Baysal ve Asya ile Selcan

Bir yandan sohbet edip günlerinin nasıl geçtiğini anlatan Eda, bir yandan da tarih kokan sokaklar ve binalarla ilgili bilgi aktarıyor.


 
Cambridge’in tarihi yaklaşık 2000 yıl geriye gidiyor. Kent tarihi açısından çok da eski sayılmaz aslında değil mi? 5000 yıllık tarihi olan İzmir’i düşününce.
Günümüz de sürmekte olan ezeli ve ebedi Cambridge – Oxford rekabeti nedeniyle buradaki üniversitenin, kolejlerin kökeni XIII. yüzyıla dayanıyor. Oxford ‘dan ayrılan bir grup öğrenci ve hocanın Cambridge’e gelerek üniversitenin kurulmasına neden oldukları söylenmekte.
Efendim,
Cambridge, kolejler dışında aynı zamanda, tarihi kiliselerin, öğrencilerin, şık köprülerin ve öğrencilerin egemenliğinde bir yerleşim yeri.
Cambridge Üniversitesi geçtiğimiz yıl 800. kuruluş yıldönümünü kutlamış. Dile kolay değil mi?

Yeri gelmişken bir bilgi aktarıvereyim. Cambridge Üniversitesi denilince tek bir bina ya da yerleşke aklınıza gelmesin. Tam tamına otuz sekiz kolejden oluşan bir üniversite burası. Üniversite’den aldığım kolejleri tanıtan bir broşürü tarayıcıdan geçirerek sizlere sunmak isabetli olacaktır.

 
Merkeze doğru yaklaştığımızda turistik gezi grupları dikkatimizi çekiyor. Nerede ise her milletten üniversite öncesi yaşlarda öğrenci toplulukları bir örnek tişörtleri ve sırt çantalarıyla rehber öğretmenleri eşliğinde yürüyorlardı.
 


Evet, işte yolun solunda King’s College’in devasa duvarları belirdi. Aklıma 1998 yılında kolejin iç bahçesindeki dar yürüyüş yolunda eşim ve kızımla fotoğraf çekilirken bir miktar çimene çıkmış olmam  nedeniyle siyah cüppeli bir görevliden yediğim fırça geldi. Neden bağırdığı sorulduğunda cevabımı almıştım.
Gerçi Cambridge’deki en eski kolej olan Peterhouse 1294’de kurulmuş olsa da King’s College 1441 yılına tarihli. Yani daha Fatih İstanbul’u almadan önce. Kral IV. Henry tarafından kurulmuş.
Ana giriş kapısındaki siyah cübbeli genç bayan görevli, ziyaretçi girişlerinin yan bahçeyi dolanarak gidilecek olan kapıdan yapılabileceğini söyledi. Biz de o güzergâhı takip ederek kolejin ziyarete açık olan kilisesine girdik.
Kilise 1512 – 1515 yılları arasında inşa edilmiş. 88 metre uzunluğunda dev bir hol. 24 metre tavan yüksekliği var. 26 adet vitraylarla bezenmiş dev pencereler. Kilise gezini tamamlayarak diğer kapıdan kolejin iç avlusundaki geniş çim bahçeye çıktık. Hani yukarıda belirttiğim on iki yıl önce fırça yediğim bahçeye yani. Bahçe aynen duruyor. Yeri şimdik geldi. Not ediverelim Bu defa tanıtım broşürüne yazmışlar o “fırça”nın nedeni. Aynen aktarıyorum:

“(..) We also request visitors not to picnic, leave litter, or walk on the grass. Note that Senior Members of the College and their guests are allowed to walk on the grass”
Ya işte böyle!...
Bu bahçede on iki yıl sonra kızımla beraber yeniden bir fotoğraf çektirmenin zamanıdır. Aman dikkat, çimlere basmayalım :):):)
 
 Yeri gelmişken aynı noktada on iki yıl önce Nisan 1998’de çektirdiğimiz resmi de iliştirmek isterim.


Fotoğraf çekiminden sonra yolun karşı sırasındaki dükkânları gezmenin zamanıdır.

 
Karşı sıradaki iş yerleri arasında King’s College’in de bir hediyelik / hatıra eşya dükkânı var. Gerçekten görülmeye değer.

 

 

Adamlar, kitaplar, CD, DVD’ler yanında aklınıza gelebilecek her türlü materyali kendi kolejleri dâhilinde sunuyorlar. İyi de ediyorlar. Bizim üniversitelerimiz de böyle mağazalar ne mümkün. Ancak mezun cemiyetleri birkaç ürün tasarlarsa öpüp başımıza koyuyoruz değil mi?
Vitrinlere baka baka yavaştan Pazar Meydanına (Market Square) doğru ilerliyoruz.




Pazar tezgâhları arasında yürüyerek meydana bakan açık hava kafelerinden birine oturuyoruz. Artık azıcık dinlenme, birer fincan kahve eşliğinde dumanlama zamanıdır.
Sohbet sırasında Asya’ya Cambridge ile ilgili ilk izlenimlerini soruyorum. O da Londra ile karşılaştırarak diyor ki;
-Baba, burada hem okuyabilirim, hem de yaşayabilirim.
Meydanın bir köşesinde gençlerden oluşan bir grup keyifli müzikler çalıp söylüyor, gezginler ise hem dinliyor hem de bol bol fotoğraf çekiyorlar.

 
Soluklanmış ve dinlenmiştik.  Kanal / nehire doğru yürümeğe başladık, demir parmaklıklı bahçe duvarlarını takip ederek Trinity College’i arkamızda bırakıp devam ettik.

 

Kanal / nehire doğru yaklaşırken gençler ellerindeki tanıtım tabelaları ile birlikte hem teknelerini hem de gezi turlarını pazarlama gayreti içerisinde idiler. 
Manzara çok keyif verici bir hal alıyor bu kısımda, yeşilin binbir türlü tonu, bakımlı bahçeler ve tarihsel mimarlık izleri bir bütün oluşturuyor.
 



Bu keyifli güzergâhı bitirip farklı sokaklardan merkeze doğru yürüyerek karnımızın çaldığı zilleri fark ediyoruz hep birlikte. Evet, artık öğle yemeği saatidir. Eda arkadaşımız, bizi tarihi bir mekâna götüreceğini ve orada yemek yiyebileceğimizi söylüyor. Herhangi bir itirazımız yok.
Ama önce Cambridge Store’a uğrayıp küçük alışverişler yapıyoruz.
Alışveriş sonrası şimdik yemek zamanıdır.


Geldiğimiz lokanta klasik bir İngiliz Pub’ı. Adı Eagle. İçeride birkaç yaşlı İngiliz biralarını içerek koyu bir sohbete dalmışlardı. Sıkı durun!..Burası tam 1525 yılından bu yana hizmet vermeye devam ediyormuş. İnanılır gibi değil mi?
Oturduğumuz 22 nolu masanın yanındaki ahşap kaplamada çerçeveli bir yazı dikkatimi çekti. Fotoğrafını çekmeyi unuttuğum için çok kızıyorum şimdi kendime. 
Efendim, ne yazıyordu biliyor musunuz?
"Oliver Cronwell buraya geldiğinde bu masada otururdu”
Daha öncede değinmiştim anımsayacaksınız 1648 devriminin önderi General Cronwell.
Canım ülkem benim, hadi o kadar gerilere gitmeyelim ama örneğin İstanbul’daki Rejans Lokantası bu aralar yer değiştirilmek zorunda bırakılıyor, Ankara’daki Çiçek Lokantası’nın yerinde yeller esmiyor mu? (Bu notların  kaleme alındığı sırada AOÇ Merkez Lokantası çalışır halde idi).
Bu bağlamda, hayıflanmak için ne kadar çok sebebimiz var aslında.
Bara gidip masa numaramızı söyleyerek içeceklerimizi alıyoruz. Kendime buz gibi bir siyah İrlanda birası söylüyorum ve gazeteci ağabeyim sevgili Işık Kansu’nun kulaklarını çınlatarak yudumluyorum.
Az sonra yemek siparişlerimizi de veriyoruz. Bir İngiliz klasiği olan Fish&Chips ve bir de bizim salatalara benzer bir salata olan Yunan salatasını menüden seçiyoruz.



Temsili Fish & Chips

 Ortaya gelen salata, balık ve patatesler de hem lezzetli hem doyurucu idi. Bildiğim kadarıyla muhtemelen mezgit / bakalorya / tavuk balığı benzeri bir familyaya ait sıfır kılçıklı balığı, un ve bira ile hazırlanmış bir bulamaca bulayıp kızgın yağa öyle atıyorlar.
İkinci birayı da içtikten sonra tren saatimizin yaklaşmakta olduğunu fark ettik. Bu yemeğin üstüne istasyona kadar yürüyüş iyi gelecekti. Öyle yaptık. İstasyon’da sevgili dostumuz Eda Baysal  ile vedalaşıp, teşekkürlerimizi ileterek trenimize bindik. 
Keyifli bir yolculuk ile de yeniden Liverpool İstasyonuna gelmiş olduk.

Artık otelde dinlenme zamanıydı.
 

VI. Gün, 2 Ağustos 2010, Pazartesi

Bu sabahın programı da  Ankara’dan yine Selcan tarafından organize edilmişti. Bir kanal turu yapacağız.
Ankara’dan aldığımız haberlere göre hava sıcaklığı 40 derecenin üzerinde seyrediyormuş. Burada ise gündüz en yüksek 22–23 olacağı söyleniyor, dolayısıyla şanslı sayılabiliriz.

Metro ile Warwick Avenue’ye vasıl olduk. Geldiğimiz semtin sakinliğine, evlerinin ve bahçelerinin ya da balkonlarının çiçekli güzelliklerine kapılmamak elde değil. Kısa ve keyifli bir yürüyüşle kanala geldik. Ortalık hem yeşillik hem de rengârenk çiçekler dolu. Karşıda mavi boyalı bir demir köprü.
 

 Kanalın karşı tarafında da bizim turuna katılacağımız Jason’s Boat duruyor. Daha kırk beş dakikalık bir zamanımız var. Ayrıca, çok da güzel bir kafeterya da var. O zaman bir sabah kahvesi ile birlikte bir sigara içmeli. Etrafın güzelliği gerçekten insanın ömrünün uzatacak cinsten. 10.30’a doğru mavi köprüden karşıya geçip bota doğru yöneliyoruz. Küçük kız çocukları bir Fransız aile ve kadın ve çocuklardan oluşan birkaç İngiliz aile de sırada. 



Bot görevlisi hanım bizim ismimizle rezervasyon listesini karşılaştırıp, London Pass’larımızı da kontrol ettikten sonra bizi bota alıyor. Sandalyelerimize yerleşiyoruz.
10.30’da gezi başlıyor. Bu yemyeşil suda zerre kadar kötü bir koku yok. Ne bir poşet ne de atılmış bir pet şişeye rastlamak mümkün değil.
Bayan Kaptan,   ses sistemi aracılığıyla önce teknenin öyküsü ile başlıyor anlatmaya. Efendim bizim gezi tekne / bot, tama yüz yaşında imiş. Eskiden bu sularda elektrik üretmek için kurulu bulunan santrale yıllarca kömür taşımış. Gezmekte olduğumuz kanalın açılış tarihi 1820 yılı imiş. Bu bölgenin bir diğer adı da Little Venice imiş.

 ***

 

Yeri gelmişken yine bir parantez açmak için sabrınıza sığınıyorum;
Biliyorsunuz İngiltere bir ada ülkesi. Toplam üç adet ciddi ölçekte akarsuya sahip: Severn, Trent ve Thames. 1700’lerin sonunda itibaren kanal açma ve yük-yolcuyu suyolları üzerinden taşıma kararı alarak uygulamaya geçirmişler.  Yandaki haritadan görüleceği gibi nerede ise bütün coğrafyaya ulaşıyor bu kanallar. Bugün itibariyle toplam kanalların uzunluğu 3.200 km.

 Meraklısı için aşağıdaki online kaynaklar ilk elde yeterli olacaktır:

 
Ya bizim ülkemizde, hani 1930’larda Şehir Hatları vapurları ile Trabzon – İstanbul arasında bile tarifeli vapur seferleri olan, hani o “3 tarafı denizlerle çevrili ülkemiz” diye başlayan Kabotaj bayramı nutukları atılan, hani Aras, Dicle, Fırat, Asi, Sakarya, Yeşil Irmak, Kızıl Irmak, Seyhan, Ceyhan, Gediz, Menderes ırmaklarına sahip bu topraklar. Niye biz bu suyollarını kullanmadık bugüne kadar? Bırakın onu. Vapur seferlerini iptal etmeyi de bırakın, ya biz denizleri doldurup, derelerin ağızlarını tıkayıp otoyollar yapmadık mı?
Ama doğru, biz İngilizler kadar gariban mıyız? Onlar yapmışlar hesaplarını kitaplarını ve demişler ki taşıma maliyetleri açısından en düşük maliyet suyolları.
E o halde !..Bununla da kalmamışlar iyi mi? Birde sardırmışlar demiryollarına. Aynı bizim Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşındaki gibi demir ağlarla örmüşler tüm adayı. Çok uzattığımın farkındayım. Lakin bakın hesap ortada:

  
İngiltere
Türkiye
Yüzölçümü
244.820 km2
Yüzölçümü
783.562 km2
Nüfus
57 milyon
Nüfus
73 milyon
Demiryolu Uzunluğu
17.156 km
Demiryolu Uzunluğu
10.984 km

 Bir nokta daha var. 2004 yılında Ankara Ticaret Odasının bir raporundan hatırladığım bir tespiti de aktarmak isterim: “Türkiye’de, AB’ne üye ülkelerdeki kamyonların toplamından fazla kamyon vardır”
Üzerinde çokça düşünmeye değmez mi?

* * *
Evet, gezimize kaldığımız yerden devam edelim. Bot, sabit süratle giderken bayan kaptan bir yandan anlatıyor, bizler bir sağa bir sola büyülenmiş bakıyoruz. Kanal boyunca tekne evler ve kaptanın tabiriyle,  kanal insanları. Bu kanal insanları gerçekten ayrı bir komün gibi nerede ise. Tam bir dayanışma içerisindeler.





Teknelerin üzerlerinde çiçek yetiştiriyorlar, bisikletlerini tamir ediyorlar. Belediye, bu tekne evlerine elektrik ve su imkânlarını da sağlamış durumda. Atıkları da ayrı bir sistemle toplanıyor. Zaten bu kanala hiçbir biçimde organik atık salınmıyormuş. Ayrıca taşkın kontrol sistemleri de var imiş.

Kanalın bizim takip ettiğimiz rotaya göre solunda taş zeminli bir yürüyüş yolu da var. Geçmişte bu yol, atlar için yapılmış.
 


Kanalın sağında ve solunda inanılmaz güzellikte malikânelere de rastlamak mümkün. Üst sağda yer alan balkondaki “inek” heykelini gördünüz mü? Muhtemelen bizim gibi Mülkiyelidir.

Çok ince işçilik eseri olduğu belli olan tuğla ve demir gibi iki temel yapı elemanın kullanıldığı usta işi köprülerin altında geçiyoruz.



Sağ taraftaki duvarların bazı kısımlarında çeşitli sanatçılar tarafından yapılmış keyifli grafiti örnekleri de var.

 Bir süre sonra kanalda bir kano eğitim merkezinin de önünden geçtik. Sevimli bir görüntü oluşturuyorlardı.

 
 
Akşama kadar sürse diye içimden geçirdiğim bu kanal turu 45 dakika sonra nihayetleniyor. Geldiğimiz nokta, kanal botlarının dönüş manevralarına olanak sağlayan genişlikteydi.





 Yukarıda gördüğünüz 1876’da inşa edilmiş. Chalk Farm Road Köprüsünün altından geçip, sola “U” dönüş yapan teknemiz girişin önünde demirliyor.

 
Efendim, vardığımız bölgenin genel ismi Camden Town. Bu bölgenin, iskâna açılması 1790 tarihinde başlıyor.  Bölge içerisinde bizim bulunduğumuz kısım Camden Lock Market. Ama insan bir ara bura nire? İngiltere mi? diye sormadan edemiyor kendisine. Dünyanın her yanından, her ulusundan insanlar kopup gelmişler sanki. Renk renk insanlar, renk renk kıyafetler.


 
1854’den bu yana canlılığını koruyan bu pazar / bina müştemilatları zaman içerisinde çeşitli aslına uygun restorasyonlar görmüş doğal olarak. Farklı köşe ve noktalarda “İngiliz Mirası 1854” yazılı küçük tabelalar gözümüzden kaçmadı.
Her köşe o kadar renkli o kadar hareketli ki. Eliniz denklarşörden gözünüz etraftan ayrılamıyor.
Fotoğraf makinesinin hafıza kartı da dolmak üzere.
Tekneden indikten sonra takip ettiğimiz yol ile binanın kapalı kısmına ulaşmış olduk.

 


Bu kısmı oluşturan yapı olduğu gibi muhafaza edilmiş, demirleri oldukça estetik figürlü ve ciddi bakımlı, tavan aydınlatma elemanları bile özgünlüğünü koruyor.

 


Bu kattaki tezgâhlarda, ilginç takı tasarımları, bol miktarda bijuteri, gümüşçü ve taşçılar, muhteşem grafik kolajlarında Londra görüntülerini içeren resimler, şapkacılar, farklı farklı müzik aletleri, Golek kuklaları, heykelcikler, çeşitli abartılı bir nevi tiyatro kostümlerini andıran giysi butikleri, günümüz modasına uygun giysi tezgahları, insanların bunları nasıl ayaklarında taşıyorlar düşüncesine gark olacağınız abartıda botlar, postallar, piercing ve dövme malzemeleri, bunları satanlar, yapanlar kullananlar.
Ne ararsanız burada var gibi bir durum.


 
 
 


Merdivenlerden aşağıya inip avluya açılan sokakları turluyoruz. Burası da dünya mutfaklarının adeta bir şov şeklinde sergilendiği küçük yan yana sıralandığı bir yiyecek cenneti adeta. 
Taylandlısından, Meksikalısına, İtalyanından, Hintlisine, Türkünden, Suriyelisine, Lübnanlısına kadar hemen her millet gel gel yapıyor.



 Avluyu oluşturan sokak ve alanlarda çok sayıda Nalbant ve At figürlerinden oluşan ilginç demir döküm heykeller göz dolduruyor.
Gerçekten sanayi devrimi döneminde demircilikte de ustalaşan İngilizler hem yapılarında hem toplumsal yaşamlarında bu ustalıkları büyük başarı ile kullanıyor ve gösteriyorlar da.
Biliyorum,  sünnet yorganına döndü yazı, çok resim kullandım. Ama hoş görüleceğinden eminim.

 

 
Ve nihayet çalan zillere kulak verilerek boğazlar meselesinin halli zamanıdır.

 

Yavaş yavaş Camden Lock / The Stables Market turunun sonuna geldik.
Programımıza göre, Camden Town Caddesi üzerindeki ilk istasyona yürüyecek ve oradan Karl Marks’ın mezarını ziyaret ederek, bir nevi “hac farizamızı” yerine getirmiş olacaktık..

 
 

Gezi sırasında küçük defterime aldığım notlarımı yazıya dökerken fark ettim ki, bizim bulunduğumuz noktaya çok yakın bir sokak olan Regent Park Road No:122’de Friedrich Engels’in tam yirmi dört yıl yaşadığı ve Marks’ın da sık sık ziyaret ettiği ev hâlâ duruyormuş. Umarım bir daha ki Londra seyahatinde o evi de görmüş olurum.



 

Metalcisinden punkuna bin bir çeşit insan ve bin bir renk saç ve modelleri, yüzünün görünen her bir noktasında metaller, kollarında dövmelerin kol gezdiği kendini ifade ediş biçimleri arasından biraz da ürpererek geçiyorsunuz. Ve buranın binalarındaki renklerde insanlarını aratmıyor.
Kentish Town İstasyonundan metroya binip, Tufnell Park Archway duraklarını geçerek Highgate istasyonunda metrodan indik. Highgate-cemetry’e yani Highgate Mezarlığına gidecektik.  Metro’dan sonra bindiğimiz otobüsün son durağında indik. Elimizdeki haritaya göre yön tahmini yaparken yakındaki parkta oturan bir İngiliz’den aldığımız yardım ile yola koyulduk.

 
Aşağıya doğru dik eğimli ıssız bir asfalt yol uzuyordu. Yolun iki yakasından dik duvarlar ve duvarlardan zaman zaman yolun üzerinden karşı duvarlara uzanan asırlık ağaçlar insanın içini ürpertiyordu.
Bir de aklıma geçmişten bir bilgi hemen gelmesin mi?
Efendim o bilgi, “1970 yılında bu mezarlıkta bir vampirin öldürüldüğü ve kayıtlara Highgate Vampiri olarak geçtiği konusundaki rivayettir."
On dakikalık bir yürüyüş sonrası sol cenahta Sir Sidney Waterlow tarafından 1889 yılında tasarlanan devasa Waterlow Park'ı  geride bıraktığımızda sağ kolda bir giriş nizamiyesi benzeri demirden büyük bir kapı gördük.

Kapıyı kilitlemekte olan bayan görevliye Selcan sordu;
 -Mezarlığı ziyaret etmek istiyoruz.
 Kadın da,
-Ancak tur ve rehberle gezebilirsiniz demesin mi!.. Şok olduk tabi.
O kadar yoldan geldik Marks için diye kendi aramızda konuşurken görevli Marks’ı duyunca,
-Marks, karşı bölümde. Orası için sorun yok deyiverince derin bir oh çektik en  harbisinden.

Karşı taraftaki girişten üçer pound ödeyerek biletlerimizi aldığımız görevliler, bize kapağında Marks’ın mezarlıktaki büstünün fotoğrafının ve mezarlık tanıtımı ve de mezarlık krokisini içeren birer broşür verdi. Broşürde ayrıca ünlü kişilerin isimleri krokiye işlenmişti.

Efendim, bu mezarlık Londra`nın dışında yedi tane modern ve büyük mezarlık yapma projesinin bir parçası olarak 1839 yılında açılmış. Viktorya döneminin de etkisiyle çok sayıda Gotik mezar ve yapılar inşa edilmiş.
Özgün mezarlığa doğu kısmının (yani Marks’ın bulunduğu) da eklenmesiyle mezarlığın alanı genişlemiş ve batı ve de doğu tarafı bugün de kullanılmaktadır.
 
Güvenlik açısından batı tarafı (yani bizim ilk geldiğimiz kapı oluyor), Viktorya dönemine ait önemli mozole ve mezar taşları taşıdığı için, ancak izin alınarak ve rehber eşliğinde turlarla gezilebilirmiş.
 
Mezarlık gerçekten etkileyici. E tabi 171 yıllık. Ve bu kadar süreçteki farklı taşlar, farklı figürler ve o kadar yıllık bitki örtüsü.
 
Eski mezarların arasında, yola yakın kısımlarda yeni tarihli mezarlara da rastlamak mümkün. Bu arada ellerinde broşürler geri dönüş istikametinde birkaç çekik gözlüye de rastladık.
 
 


 Krokiyi takip ederek Karl Marks’ın mezarını bulduk.

Mezarın kaidesinde birkaç küçük taze çiçek demeti vardı.

O anda aklıma F. Engels’in burada yani mezarın başında 17 Mart 1883’ te yaptığı konuşma geldi.
Yanlış anımsamıyorsam konuşma, şu cümle ile bitiyordu: Adı yüzyıllar boyunca yasayacak, yapıtı da!”
Gerçekten de öyle oldu ve olmaya da devam edecek.



Vakit, akşamı gösteriyordu, buradan Oxford Caddesine gitmemiz ve aldığımız küçük siparişler için alışveriş yapmamız gerekiyordu. Yapıldı da.
Hava kararmış, hem yorulmuş hem de acıkmıştık. Londra’da son gecemizdi.
Otele yakın Oldspitalfield Market alanındaki yerlerden birinde yemeğimizi yiyebilirdik.
Ben bizimkilere geçen gece yemek yediğimiz S&M isimli Pub’ı önerdim, lakin “değişik bir yer olsun” diye bir hatun çıkışından sonra o alandaki Real Greek diye bir lokantaya, nasıl olsa komşudurlar, mutfakları da bize yatkındır diyerekten oturduk.
Ama, adı her ne kadar “Real” de olsa “gerçek” ile uzaktan yakında alakası olmadığı gelen yemeklerden belli oldu.
Neyse açlığımız yatışmış ve yeterince de dinlenmiştik.
Şimdi otele gidip valiz hazırlama zamanıydı.
 

VII. ve son gün, 3 Ağustos 2010, Salı.

 

Sabah saatler 06.00’yı gösterdiğinde hava çoktan aydınlanmıştı. Selcan’ın cep telefonuna gelen mesajın sesi ile uyandım. Yine rötar bildiriliyordu. 12.50’de kalkacak uçak, 14.50’ye ertelenmişti. Bu durumda aynı şirketin İstanbul – Ankara bağlantılı uçağına yetişebilmek için sadece yirmi dakikamız kalıyordu. 
Liverpool Tren İstasyonu önünden havaalanı servis otobüsümüze binerek havaalanına ulaştık.
Epeyce zamanımız vardı. Bizim hatun kısmısı başta parfümcüler olmak üzere dükkânları tavaf ederek son alışverişlerini yaptılar.

Gerçekten İstanbul – Ankara bağlantılı uçağına zor yetiştik. İstanbul’da pasaport kontrolünden iç hatlara nerede ise “yine uçarak” geldik sayılır. 

Ortalık bizim isimlerimizle başlayan “bu sizin için son çağrıdır ” nidaları ile inliyordu.

Kendilerinin düzenlemeleri nedeniyle anons yiyip duruyorduk.
Ve saatler 23.00’ü gösterirken biz artık Ankara’daki evimiz de idik. 
Ankara  çok sıcaktı çok.