Bu
yazıda, kendi aldığım notlar yanında, gezerken edinilen tanıtım kitapçıkları,
yazıyı kâğıda dökerken bakılan web sayfaları dışında; Micheal Lepman (2009);
Londra Görsel Gezi Rehberleri. Dost Yayınevi. Ankara’dan da
yararlanılmıştır.
Ayrıca
uzun yıllardır Londra’da ikamet etmekte olan sevgili hocam Dr. Ergin
Yıldızoğlu, bu yazıyı okuyup, özellikle İngilizce yer isimleri konusunda
kimi düzeltmelerde bulunma nezaketini de göstermiştir. Huzurlarınızda kendisine
teşekkürlerimi sunuyorum.
***
2010
Model bu seyahat notları, daha önce pdf dosya olarak e-posta biçiminde
paylaşılmıştı. Bu defa daha çok sayıda izleyici tarafından göz atılsın diyerek
bloğa aldım.
"Biçim
arızaları" nın çoğu benim bu kadar uzun ve takriben 135 görselli bir
malzemeyi bloğa taşıma tekniğine çok vakıf olmayışımdan kaynaklanmaktadır. Zaman
içerisinde düzeltebileceğimi düşünüyorum.
Yazının
pdf dosyası için serdarsahinkaya35@gmail.com'a bir e-posta kafidir
:):):)
1998’deki
Londra seyahati üzerinden tam on iki yıl geçmişti. Bu defa biraz daha planlı ve
gezme, öğrenme amaçlı seyahatimizin başlangıcı kış aylarına dayanıyor. Sevgili
kızım Asya’nın 2011’deki ÖSS macerasının bir yıl öncesindeki hazırlıkları
nedeniyle bu yaz uzunca bir deniz tatili yapıp Altınova’daki yazlığı
açamayacaktık. Asya’nın yaklaşık on günlük bir boşluğu vardı. Bu sürede
becerilebilirse bir yurtdışı yapılabileceğinden hareketle tercihini (ÖSS
tercihi değil) kendisine sorduk. O da Londra’yı seçti. On iki yıl önce
Londra’da çekilen fotoğraflarına baktıkça hiçbir şey anımsamıyordu.
İngiltere
tecrübesi fazla olan sevgili eşim Selcan, seyahat planımızı üstlendi. Uçuş
biletlerimiz, otel rezervasyonumuz, London Pass ve Travel Cardlarımız
hazırlanmıştı.
Hazır
Londra’ya gidecekken bir de müzikal izleyebilsek süper olacaktı. Müzikaller
arasındaki tercihimizi Asya’ya bıraktık, o da The Phantom of the OPERA’
yı seçti. Müzikalin biletlerinin biz gitmeden tedarik edilmesi işini de
SBF83’ün güzel yeğenlerinden Londra’da mukim sevgili Deniz İşbilen
kızımız kotaracaktı.
*
* *
Ankara’dan
İstanbul’a oradan da Londra’ya uçacaktık. Ankara Esenboğa havaalanına saat
06.00 sularında vasıl olduk. Valizlerimizi Londra’ya kadar bağlatıp, biniş
kartlarımızı da alıp elimizdeki yüklerden kurtulmanın keyfini sürüyorduk ki
İstanbul’a gideceğimiz uçağın bir saate yakın gecikeceği anonsunu duyduk.
Peki,
10.20’de Londra’ya kalkacak uçağa ya yetişemez isek? Haklıydık da. İstanbul’da
iç hatlara inip, dış hatlara geçecek oradan pasaport kontrolüne girecektik.
Zamanımız çok daralacaktı. Gerçekten de öyle oldu, Londra uçağına kendimizi
atarken isimlerimiz okunarak bizim için son çağrı olduğu belirtiliyordu.
Hâlbuki bu gecikmenin sorumlusu tüm uçuşları yaptığımız şirket idi. Ayrıyetten,
benim gibi mütekeyyif madde müptelası olan birisi duty free’den sigara alamadan
uçağa binmişti. Artık Londra’da üç katı fiyattan sigara tedarik edilecekti. (Bu
satırlar blog ile paylaşılırken, sigarayı bırakalı tam on dokuz ay olmuştu).
***
Evet,
keyifli bir yolculukla üç buçuk saat sonra Stansted (STN) havaalanına
indik. STN, Londra’ya elli beş kilometre uzaklıkta. Şehre ulaşım için tren de
var, otobüs de. Otobüs fiyatları daha ucuz. Dolayısıyla biz de otobüsü tercih ettik
ve Terravision Bus ile Liverpool İstasyonuna hareket ettik. Ve yaklaşık
yetmiş dakikalık bir yolculuk sonrası Liverpool İstasyonuna gelmiştik.
Fakat bizi bir sürpriz bekliyordu. Üçümüzün de cep telefonları çalışmıyordu.
Geçtiğimiz yıl cep telefon numaralarımızı homomemurus kampanyasından
yararlanmak için değiştirmiş ve fakat yurtdışına açtırmayı unutmuştuk. Siz siz
olun aman ihmal etmeyin.
Tekerlekli
valizlerimizi çekiştirerek bulunduğumuz noktaya yakın otelimiz Marlin
Appartments’e geldik. Odamıza yerleşirken bir yandan da Deniz’e buluşma
noktası itibariyle e-posta göndermeye gayret ediyorduk. Mesajı gönderdik ancak
acaba Deniz görmüş, okumuş muydu?
Saat
17.00’ye doğru otelden çıkıp, Commercial Route’dan Commercial Street’i takip ederek
Christ Churc’den sola dönüp sağımıza Old Spitalfield’i alıp yürüyerek
doğruca Liverpool İstasyonuna vardık.
Yürüdüğümüz
bölge esas olarak tarihi dokunun korunuşuyla bizlerin keyfini yükseltirken
aradaki cam bloklu finansal kuleler ise şaşkınlık yaratıyor ve fakat çok da
yadırgatıcı gelmiyordu.
İstasyon
önündeki kalabalığa karışarak Deniz’i beklemeye başladık. Randevu saatimiz
18.30’a daha bir yarım saat vardı. Etrafı, insanları gözlüyorduk. Yavaş yavaş
insanlar sel olup akmaya başladılar. Mesai saatinin sonu idi. Her tondan gri
takım elbiseli ve mavi ya da beyaz gömlekli ve de kravatlı şık beyler, tayyör
etekli ya da düz elbiseli her yaştan ve her milletten bayanlar. Ve bol miktarda
sırt çantası. Ayrıca kasklı ve sırt çantalı bisikletliler, rüzgâr olup
uçuyorlar, birkaç gazeteci gazetelerin akşam baskılarını gelene geçene bedava
dağıtıyorlardı.
Bu hengâme
içerisinde Deniz’i nasıl tanıyacaktım? Bir kere 2000 yılında görüşmüştük.
Bizler kalabalığa karışan her genç bayana büyük bir dikkatle bakıp duruyorduk.
Cadde
üzerindeki kırmızı telefon kulübelerinden arayalım dedik. Ancak, kulübelerin
içinde ya ankesör yoktu ya da olanlarda gayri faal durumda idiler. Dekor olarak
duruyorlardı sanki. Tabi meydandaki bu kalabalığın kiminin elinde kiminin
kulağında bu kadar cep telefonu var iken belli ki gözden çıkarılmışlardı.
Bir ara
Selcan’ın aklına istasyonun içerisine girebilirsek orada mutlaka telefon
bulabileceğimiz geldi ve fakat o an polis istasyona girişi bilmediğimiz bir
nedenle yasaklamıştı. Randevu saatimizi bir on dakika geçmişti ki, kalabalık
içerisinde aydınlık yüzlü genç bir bayan göründü. O idi. Tıpkı annesi sınıf
arkadaşım sevgili Gül’ü andırıyordu.
Seslendim;
-Deniz….
Ve döndü.
İşte buluşmuştuk.
Ayaküstü
sarılma ve birkaç laftan sonra vakti var ise akşam yemeğini birlikte yemeği
teklif ettik. Lakin yemek yiyecek vakti olmadığını öğrenince onun önerisi ile
yakındaki Patisserie Valerié’ ye oturduk, Bir saate yakın birer kahve
eşliğinde keyifli bir sohbet tutturduk.
Asya ve Deniz İşbilen İle
Bu arada cep
telefonlarımızla ilgili problemi kendisine aktardık ve onun sim kartını
bizlerin cep telefonuna takarak bizim telefon şirketi ile irtibat kurup cep
telefonlarımızı uluslararası görüşmelere açtırmayı sağladık. Bir beş dakika
sonra telefonumun ekranında orange mesajı göründüğünde artık rahatça
telefonlarımızı kullanabiliyorduk.
Müzikal
biletlerimizi de alıp birkaç fotoğraf da çekerek Deniz’e veda ettik.
Hava
kararmaya ve karnımız acıkmaya başlamıştı ayrıca günün daha doğrusu yolcuğun
yorgunluğu da kendisini hissettiriyordu.
TESCO’dan
yiyecek ve içeceklerimiz tedarik edip otelimize döndük. E ne de olsa odamızda
tam teşekküllü bir mutfağımız da var idi.
Şahinkayalar
II. Gün, 29 Temmuz 2010, Perşembe.
Gün erken ağarıyor buralarda. Oteldeki sigara içme yasağı nedeniyle sık sık
cama çıkıyorum. Uzakta birkaç yeni kule bina görünüyor. Ama yakın planda kızıl
kahve tonlarında tuğlalı klasik binalar iyi ki hâlâ ağırlıklarını koruyor.
Dün
havaalanından geldiğimiz otobüsten inerken bir ara gözüme çarpmıştı
Bishopsgate tabelası. Bu sabah uyandığımda da anımsadım. 2008’de yani
Komünist Manifesto’nun yayınlanışının 160. Yıldönümünde Celal Üster, Cumhuriyet
Kitap ekinde, Manifestonun doğuşuna ilişkin bir yazısında bahsetmişti buradan.
Hemen Cumhuriyet arşivine girdim internetten ve buldum o yazıyı. 13 Kasım 2008
tarihli yazının girişinde aynen şöyle yazıyordu:
“Komünist
Manifesto, bundan yüz altmış yıl önce, 1848 Şubatının ortalarında, Londra’nın
Bishopsgate mahallesinde ki gösterişsiz bir basımevinde basıldı. Almanca olarak
Manifest der Kommunistischen Partei adıyla yayınlanan bu küçük broşür (…)”
Sonrada bu
notları yeniden yazarken o bahse konu küçük broşürün ilk baskı kapağını da
buldum.
Neyse, güne
keyifli bir kahvaltı sonrası devam edelim.
Efendim,
burada bir parantez açmama izin verin. Zira gezerken karşılaştıkça hayretler
uyandıran tarihin izlerini taşıyan kent dokusundan önce kısa bir bilgiyi
aktarmakta yarar var. Bilenler bilir, Londra’nın tarihi (İngiltere'nin
ayrıntılı tarihi için; http://www.british-history.ac.uk/) Iulius
Caser’ın M.Ö. 55 yılında İngiltere’yi işgal etmesiyle başlar.
Londra, 1066 yılındaki Norman istilası sonrası başkent olmuştur. Yani daha Alpaslan komutasındaki Selçuklular Anadolu’ya gelmeden önce. Bugün, 1606 kilometre karelik bir coğrafi alanı kaplayan ve on dört bölgeden oluşan Londra, XVIII. ve XIX. Yüzyıllardaki ticaret ve sanayideki müthiş gelişmelerle beraber dünyanın sayılı büyüklük ve zenginlikteki bir kenti haline gelmiştir. 1666’da büyük bir yangın geçiren bugünkü kent büyük ölçüde Victoria döneminin kalıcı izlerini taşımaktadır.
Londra, 1066 yılındaki Norman istilası sonrası başkent olmuştur. Yani daha Alpaslan komutasındaki Selçuklular Anadolu’ya gelmeden önce. Bugün, 1606 kilometre karelik bir coğrafi alanı kaplayan ve on dört bölgeden oluşan Londra, XVIII. ve XIX. Yüzyıllardaki ticaret ve sanayideki müthiş gelişmelerle beraber dünyanın sayılı büyüklük ve zenginlikteki bir kenti haline gelmiştir. 1666’da büyük bir yangın geçiren bugünkü kent büyük ölçüde Victoria döneminin kalıcı izlerini taşımaktadır.
Otelden çıkıp yürümeğe başladığımızda yukarıda
yazdıklarım nedeniyle etrafa daha bir dikkat kesilmiştim. Aldgate East,
istasyonundan metroya binerek bir durak sonra Tower Hill’de inerek
gezimize başladık.
Kızım Asya ile.
900 yıllık geçmişi boyunca bu yapılar, korku salmış.
Monarşiye karşı gelen kişiler kulenin kalın duvarları arkasındaki zindanlarda
işkenceye uğrarlarmış.
Biz bu surları takip ederek, Tower Bridge’e
vardık. Daha önceki seyahatimizde içini gezemediğimiz Tower Bridge (Kule
Köprüsü) bu defa gezebildik. London Pass’ımız olduğu için kuyruğa girmeden ayrı
bir turnike ile içeriye girebildik.
Kule köprüsü, 1894 yılında tamamlanmış. Yani Viktorya
döneminin mühendislik harikalarından biri. Sivri tepeli iki kule ve bunları
birbirine bağlayan bir platform.
Kulenin tepesi için 300 basamak merdiven çıkılıyormuş eskiden, neyse ki şimdi asansör var. Asansöre binince çıtır bir çekik gözlü görevli bizi köprü ile ilgili bilgilendirdi.
İndiğimiz katta Tower Bridge Experience denilen
interaktif bir sunum izledik. Bu sunumda köprünün yapılışının öyküsünü adım
adım görmek ve öğrenmek mümkün. Oradan belirlenmiş güzergâhları takip ederek
yıllanmış ahşap merdivenler ve demir – çelik yapılar ve binlerce cıvata somun
arasından köprü platformuna geçiyorsunuz. Bu arada takip edilen güzergâhta kimi
canlandırma sürprizleri de oldukça keyifli tasarlanmış.
Thames Nehri’nin üzerindeki bu köprüden sağlı sollu
Londra manzaraları gerçekten mükemmel.
Köprü boyunca yine iki taraflı olarak
fotoğraflı bilgilendirme panoları oluşturulmuş. Bu panolarda İngiltere’deki ve
dünyadaki ihtişamlı köprülere ve bu arada bizim Boğaziçi Köprüsüne de yer
verilmiş.
Köprü platformunun üzerinde iken bir şey dikkatimi
çekti. Beyaz işçi tulumlu, okuma gözlüklü ve sakallı bir İngiliz görevli, bir elinde
büyüteç bir elinde hazır basılı bir kroki üzerinde titiz bir iş çıkartıyordu.
Merak ederek ne yaptığını sordum, dedi ki;
—Periyodik olarak, bütün bağlantı elemanlarını tek
tek kontrol ederek durumlarını inceliyoruz. Ve gerekli korumacı bakımı bu şekilde
yapıyoruz.
Bir de bizim ülkeyi düşünelim mi? Bence bırakın bağlantı elemanlarının periyodik
bakımını, göze çarpan dramatik bir korozyon bile görülse değiştirme bir yana
zımpara bile kullanmadan üzerine çekiverirler yağlı boyayı. Öyle değil mi?
Köprü platformunun bitiminden diğer kuleye ulaşarak
yine asansör ile aşağıya indik. Bu asansördeki bay görevli, hem hatıra eşya
reyonunu görmemizi hem de istersek çıkışı takiben yolun sonunda merak ediyorsak
köprüyü açıp kapatan üniteyi de ziyaret edebileceğimizi belirtti.
İngilizler
gerçekten bu işleri çok iyi biliyor ve organize ediyorlar. Ironbridge ve
Endüstriyel Miras… yazımda da daha önce belirtmiştim. Öyle güzel ve anlamlı
hatıra – hediyelik eşyalar yapmışlar ki hem girişte hem de çıkışta. Darısı
bizim memleketin başına demeden edemiyor insan.
Karşı tarafa geçip birkaç adım sonra, köprünün açılıp
kapanmasını sağlayan sitemleri görmek üzere onların engine room
dedikleri benim de makine dairesi diye adlandırdığım kısma geçtim.
Victoria dönemi mekanik ve mühendisliğinin meraklıları etkilememesi mümkün
değil.
Bu ünitede de bahse konu ettiğim hatıra eşya kısımları bulunuyor.
Tower Bridge turunu tamamlayarak Kraliçe anısına
2000’lerde yapılmış Queen’s Walk (http://www.londontown.com/LondonStreets/the_queens_walk_d22.html) üzerinden, gri bulutlar ve kahverengi nehri takip ederek yürüyüşümüze devam ettik
ve bol bol fotoğraf çektik.
Az ileride bir savaş gemisi iskeleye demirlemiş duruyordu. Yaklaştığımızda onun HMS Belfast isimli bir müze gemi olduğunu fark ettik. Elimizdeki rehber kitaptan öyküsünü okuyunca hazır elimizde London Pass’da var mutlaka görmeliyiz.
Az ileride bir savaş gemisi iskeleye demirlemiş duruyordu. Yaklaştığımızda onun HMS Belfast isimli bir müze gemi olduğunu fark ettik. Elimizdeki rehber kitaptan öyküsünü okuyunca hazır elimizde London Pass’da var mutlaka görmeliyiz.
Asya’yı sahilde bırakarak biz Selcan ile gemiyi
gezmeye karar verdik. Burada da iskelenin girişinde ciddi bir hatıra, hediyelik
eşya ünitesi mevcuttu. Zaten girişler de buradan yapılıyordu.
North Cape Savaşında Alman Savaş gemisi Schamborst’un batırılmasında ve Normandiya çıkartmalarında çok önemli görevler üstlenmiş.
1971’de müzeye dönüştürülen bu gemide, üniformalı müze
görevlileri sizleri karşılıyor. Ve dilinizi sorarak (ki maalesef epeyce dil
var Türkçe yok) elinize telefon ahizesine benzer bir cihaz veriyorlar.
Geminin hangi noktasında iseniz orayı algılayıp o
gemide görev yapmış yaşlı bir denizcinin kendi sesinden kayıtları dinleyerek
geminin o kısmı hakkında bilgi alıyorsunuz. Yönlendirme tabelalarını ve
güzergâh iplerini takip ederek bir aşağıya iniyor, bir yukarıya çıkarak tüm
gemiyi dolaşabiliyorsunuz.
İnsan figürleri ve o kısma ait sesli animasyonlarla, tam bir yaşayan müzeye dönüştürülmüş. Fırıncıdan, marangoza, terziden, berbere,
doktordan dişçiye, marketten tütüncüye kadar yok yok. Nerede ise hepsi canlı
gibi. Dinlenen "maket" denizciler bira içip laflıyor, şakalaşıyor, yatakhanedeki
hamaklarda istirahat halindeki kimileri ise horluyor, duyuyorsunuz gerçekten.
Çok etkileyici ve eğitici.
Hele bizim ülkede, Yavuz Zırhlısı’nı jilet yapışımız,
Savanora’ya Arap müşteri peşinde koşmamız ve daha da acısı son dönemdeki,
Poyrazköy Kazılarını, Balyoz Soruşturmasını, Suga, Oraj vb’lerini düşününce
yüreğiniz daralmaz mı?
Oradan çıkıp, kızımızla buluşarak, yürüyüşümüze devam
ediyoruz.
Aslında biraz oturarak dinlenmek ve bir kahve içmek ne iyi gelir diye düşünürken önümüze muhteşem çelik çatılı bir galeri çıkıveriyor: Hays Galleria.
(http://www.infobritain.co.uk/Hays_Galleria.htm)
Aslında biraz oturarak dinlenmek ve bir kahve içmek ne iyi gelir diye düşünürken önümüze muhteşem çelik çatılı bir galeri çıkıveriyor: Hays Galleria.
(http://www.infobritain.co.uk/Hays_Galleria.htm)
Mekân, bu güzergâh içerisinde bedenimizi ve
ayaklarımızı dinlendirmek için ideal ve hoş bir yer. Girişin her iki yanında
galerinin ortasındaki tasarımın ikinci dünya savaşında kaybedilen askerlerin
anısına yapıldığı yazılı.
Devasa bir çelik çatı, camlarla ferahlandırılmış.
Girişte sağlı sollu kafeler ve butikler ve huzur içinde dinlenen insan
grupları. Binanın bugünkü orijinal yapısı 1856 yılında Sir William Cubit
tarafından tasarlanmış. Ancak, binanın tarihi 1600’lere uzanıyor.
Tarih içerisinde çeşitli yangınlarla yıpranmış ve
değişik dönemlerde restore edilmiş. En son ve kapsamlı restorasyonu 1988’de
geçirmiş. Dönemsel olarak çeşitli sergi ve fuarlara ev sahipliği yapan bu
mekânının üst katları ofis ve konut olarak da kullanılıyormuş.
Dinlenmiş, kahvelerimizi içmiştik. Kraliçenin yürüyüş
yolundan Londra Köprüsüne kadar devam edip oradan doğruca Southwark
Cathedral’e geçtik. Tam bir "külliyeyi" andıran katedralin
kimi kısımları XII. yüzyıla tarihli. 1905 yılına kadar katedral olarak
kullanılmamış olan yapılardaki şapellerden birisi 1607’de kilisede vaftiz
edilen Harvard Üniversitesi’nin kurucusu John Harvard’a adanmış. (Meraklısı için: http://cathedral.southwark.anglican.org/)
Kapıda sizleri karşılayan kibar görevliler bir anlamda memleket nire hemşerim? diyerek dilinizi öğrendikten sonra o dilde hazırlanmış tanıtım kitapçığını tutuşturuveriyorlar elinize. Burada da Türkçe yok tabi. Ama yine burada da var olan harika bir kitabevi ve hediye – hatıra eşya bölümü.
Ve
katedralden çıkıp dalıyoruz ortaçağ sokaklarına. Kızıl kahvenin her türlü
tonlarıyla bezenmiş yüzyılların binalarının arasında bir kemerli köprü altından
geçerken bir onarıma rastlıyoruz. Tuğlalardan oluşan kemerin altına ustalar
çelik kafes germekle meşguller.
Sokak
direklerine asılmış inanılmaz güzellikteki, pembeli, morlu, kırmızılı, beyazlı
çiçekler insanın için açıyor. Ankara’nın şehremini gibi yoldaki ağaçların
diplerine çiçek dikip egzoz gazına boğmayı öğrenememiş şu İngiliz milleti.
Park
Caddesinde ilerleyince The Anchor çıkıyor karşınıza. Thames nehri
kenarındaki pub’ların en ünlüleri arasında yer alıyormuş.
The
Anchor’ün tarihi, bu bölgeyi yani Soutwark’u yerle bir eden 1676 yılındaki
yangına kadar geriye gidiyormuş. Fotoğrafta gördüğünüz kırmızı panjurlu bina,
1700’lerde yapılmış haliyle 300 senedir hizmet vermekte.
Bir
zamanlar, Mülkiyeliler Birliği binalarını “artık ekonomik ömrünü tamamladı,
merdivenleri de zaten çok dar” diyerek yıkmaya yeltenenlerinin büyük bir
bölümü buraları gezmiştir hem de menemen master burslarıyla ya neyse!
Bu arada bir
not daha düşeyim. İngiliz Pub’ları ile ilgili ayrıntılı bilgi için www.pubs.com'a bakılabilir.
Planladığımız
güzergâha göre sırada Shakespeare Globe Theatre (www.shakespeares-globe.org ve http://www.shakespearesglobeguide.co.uk/index.php)var. Nehrin kıyısındaki bu yapı grubu, aynı yerde bulunan
bir Elizabeth dönemi tiyatrosunun üzerine inşa edilmiş. Öğrendiğimize göre
Şekspir’in birçok oyunun ilk gösterimleri burada gerçekleştirilmiş.
Bu ünlü
İngiliz yazarının hayatını ve eserlerini konu alan o dönemin kostümleri,
aksesuarları ve çalgılarının yer aldığı sergiyi de izlemenin ayrı bir kültür
zenginliği olduğunu da not etmekte yarar var. Artık iyice yorulmuştuk.
Dünyanın
önde gelen çağdaş sanat koleksiyonlarını bünyesinde barındıran Tate Modern’i
gezmedik. Ama bu dinamik mekânın merdivenlerine oturarak bir miktar dinlenerek Millenium
Köprüsünden Thames’in karşı kıyısına geçip St Paul Cathedral’ine
kadar yürüdük.
St Paul
Katedrali’nin mimarisi gerçekten çok etkileyici 1666’daki büyük Londra
yangınında harabeye dönen yapı ve iç düzenlemeleri 1675’e kadar süren teknik
tartışmalara rağmen bugünkü ihtişamına kavuşmuştur. Kubbesi, 110 metre
yüksekliğiyle Roma’daki St Pietro’dan sonra dünyanın ikinci kubbesidir.
Kubbenin üzerinde yer alan fenerin 850 ton olduğu kayıtlarda sabittir.
Kronolojik olarak bakıldığında burası ilk defa 604 yılında Piskopos Nellitus tarafından yapılmıştır. Mezar odasında (kripta) Florence Nightingel’den meşhur casus T.E. Lawrence’e, Trafalgar kahramanı Amiral Nelson gibi ünlü kişi ve kahramanların mezarları burada bulunur. Katedralin dikkat çekici demiş işlerindeki ustalığa şapka çıkarılabilir.
Öğlen yemeği
zamanı gelmiş geçiyordu. Katedralin karşısındaki M&S Yemek dükkânından
yiyecek ve içeceklerimizi alarak, kalabalıklara uyup Katedralin bahçesinde
karnımızı doyurduk.
Öğleden sonra kalan zamanımızı Covent Garden’a ayırmıştık. (Fotoğraf makinemizin pili bittiği için Covent Garden’a ilişkin görseller http://www.gothereguide.com/covent-garden+london-place/ dan edinilmiştir.) Yine metro ile gittik. Ve bu esnada genç bir siyahî müzisyenin çaldığı saksafondan yükselen Jazz namelerini geride bırakarak. Sahi bu metro müzisyenleri içinde ne kadar usta müzisyen var demekten kendini alamıyor insan.
Öğleden sonra kalan zamanımızı Covent Garden’a ayırmıştık. (Fotoğraf makinemizin pili bittiği için Covent Garden’a ilişkin görseller http://www.gothereguide.com/covent-garden+london-place/ dan edinilmiştir.) Yine metro ile gittik. Ve bu esnada genç bir siyahî müzisyenin çaldığı saksafondan yükselen Jazz namelerini geride bırakarak. Sahi bu metro müzisyenleri içinde ne kadar usta müzisyen var demekten kendini alamıyor insan.
Ortaçağ
Londra’sında bu bölgede Westminster Abbey’in bağları varmış. Şimdik
ortalık cıvıl cıvıl; açık hava kafeleri, lokantaları, müzisyenleri,
tiyatrocuları sokak göstericileri. Her köşede bir kişi ya da grubun etkinliği
sürüyor.
Yukarıda
gördüğünüz meydanın tam ortasında yer alan Piazza, 1974 yılına kadar
toptancı pazarı barındırıyormuş. Bu tarihten sonra buradaki ve çevredeki
Victoria dönemi yapılar dönüştürülerek tam bir turistik cazibe noktası
oluşturulmuş. Piazza denilen ve bugün nerede ise dünyanın tüm milletlerinden bu
arada Türkiye’den de satıcıların açtıkları tezgâhlarda ilginç el ürünü objelere
ve Londra’ya ait turistik eşyalara rastlamanız ve alışveriş yapmanız mümkün.
Akşam
oluyordu yavaştan. Otele dönüp 19.30’daki müzikali izlemek için biraz güç
toplamak gerekiyordu.
Saat 19.00
doğru metro ile Piccadilly Circus hareket ettik. Çok hareketli merkezlerden
biri olan Piccadilly, bu adı “XVII. yüzyıl züppelerinin giydiği kırmalı
yakalardan (pikadil) almış”.
Metro istasyonundan meydan çıkışına yöneldik. Çıkılan meydanın kalabalığı ve hareketliliği görülmeye değer. Burası, yani meydanın ortasında 1892’de dikilen Alfred Gilbert’in Eros Heykeli'nin (Heykel, Victoria dönemi hayırseverlerinden Shaftasbury Kontunun anısına dikilmiştir.) etrafı tam bir buluşma merkezi.
Metro istasyonundan meydan çıkışına yöneldik. Çıkılan meydanın kalabalığı ve hareketliliği görülmeye değer. Burası, yani meydanın ortasında 1892’de dikilen Alfred Gilbert’in Eros Heykeli'nin (Heykel, Victoria dönemi hayırseverlerinden Shaftasbury Kontunun anısına dikilmiştir.) etrafı tam bir buluşma merkezi.
Meydandan
sağa dönüp kalabalığa karışarak Her Majesty’s Theatre’in
önüne gelmiştik. Tiyatronun olduğu bina dıştan muhteşem görünüyordu. Üzerindeki
plâkete göre binanın tarihi 1917 idi. Yani, Sovyet Devrimi ile
yaşıt. (www.
hermajestystheatrelondon.com)
Temsil
saatinden yarım saat önce kapılar açıldı. Sağ taraftaki merdivenlerden
yukarılara doğru tırmanarak balkonun en ön sırasındaki yerimizi aldık.
Tiyatronun iç bezemeleri bizleri nerede ise büyülemişti.
İki perde
halinde izleyecek olduğumuz The PHANTOM of the OPERA (Operadaki
Hayalet), ünlü İngiliz besteci Andrew Lloyd Webber’in en popüler eserlerinden
birisidir.
Yıllardır
zaman zaman büyük bir keyifle dinlediğim eseri bu defa daha büyük bir keyifle ve
soluksuz izledik. Müzikleri zaten anımsıyorduk. Ama ezgiler,
karakterlerle canlandırılınca muhteşem bir şölene dönüşmüştü. Hele sahne
değişikliklerindeki ustalık ve dekorlar ve efektlerdeki olağanüstü estetik
gerçekten de görülmeye değerdi.
Sadece aktör
ve aktrisler, dekorlar, kostümler, aksesuarlar ve müziklerin, orkestranın
muhteşemliği değildi izlediğimiz, izlediklerimiz ciddi bir mühendislik harikası
idi aynı zamanda. O eski ve küçük ölçekli sahne, öyle akıllıca ve ustaca
kullanılıyordu ki, öyle bir mekanik ve elektronik altyapı vardı ki gerçekten
düşler ülkesinde olduğumuzu varsayıyorduk.
Ve eser saat
23.00’de bittiğinde dünyanın bütün milletlerinin izleyicilerinden büyük bir
alkış koptu haklı olarak. Tiyatronun çıkışında üç teşekkürde bulundum; Selcan’a
böyle bir planlama yaptığı için, kızım Asya’ya bu eseri seçtiği için ve Deniz’e
davetiyelerimizi önceden ayarladığı için.
Artık
Piccadilly’nin gece keyfini sürmek zamanı idi.
III.
Gün, 30 Temmuz 2010, Cuma.
Evet, bugün
epeyce bir zamanı on sekiz yaşında bir kızı olan baba modelinin gereği yerine
getirilecektir. Yani kızımın alışveriş zamanıdır.
Efendim,
Sabah
keyifli bir kahvaltı sonrası, Aldgate East İstasyonuna kadarki serin
yürüyüşte günün ilk sigarasını tellendirdim. Metro ile hat değiştirip Oxford
Street’e intikal ettik. Aman tanrım bu ne kalabalık, dünyanın tüm
milletlerinden kadınlar, erkekler, çocuklar akın etmişler sanki renk, renk,
boy, boy. Yaklaşık iki kilometre uzunluğundaki bu cadde, iki taraflı alışveriş
merkezleri ile dolu.
Eşim ve
kızım ilk dükkâna dalarken bana müsaade deyip onlardan çok da uzaklaşmadan yol
üstündeki banklardan birine oturup, etrafı, binaları, insanları seyre
daldım.
Ve ne kadar
çok bisikletli var. Çok yaygın olarak kullanıyor, genci, yaşlısı. Bu yaygınlığa
rağmen dün gece TV’de konuşan Londra’nın belediye başkanı Boris Johnson (hani
Ali Kemal’in torunu olan) kentin çeşitli yerlerinde yeni kiralık bisiklet
parkları kurduklarını ve daha da yaygınlaştıracaklarını anlatıyordu. Gerçekten
Londra’da bu konuda büyük bir kampanya yürütüldüğü göze çarpıyor.
Beklerken
ilgimi çeken iki yapı.
Saatlerdir
geleni geçeni izlerken Londra Modası hakkında epeyce gözlem yapma imkânım oldu.
Saç biçimleri ve renkleri, ojeler, kıyafetler, aksesuarlar ve farklı
derinlikteki dekolteler. Bu arada kimi kolsuz ve bir karış tişört ile ayağında
dağcı botu olanlar ya da üzerindeki Trençkot ve boynunda fuları ve ayağında
parmak arası terlikle gezenler.
Siyahlar,
beyazlar, sarılar; dünya yurttaşları. Tam bir cümbüş doğrusu. Belki gözüm
doymuştu ve fakat artık karnım ciddi acıkmıştı. Bizimkiler alışverişi
nihayetlendirdikten sonra, M&S’de yiyeceklerimizi kapıp, ilk bulduğumuz
parkta yerimizi aldık. Zor da yer bulduk sayılır. Yer deyince bank zannetmeyin
çimen üzeri iki evlek yerden bahsediyorum. İnsanlar, çıkınlarını kapıp
gelmişler “boğazlar meselesini” hallediyorlardı.
Yemek
sonrası yine yeni yerler görmenin heyecanıyla, sarı hattı alıp metro ile Hyde
Park Corner’da indik.
Bu ünlü parkın güneydoğusunda yer alan Apsley House (www.apsleyhouseguide.co.uk), 1778 yılında inşa edilmiş. 50 yıl sonra da Wellington Dükü’ne büyük bir konut temin etmek amacıyla genişletilmiş. Selcan’ın içeride Dük’ün kapsamlı güzel sanatlar koleksiyonu, görkemli ipek panolar, Goya, Velazquez, Rubens gibi sanatçıların resimleri, çeşitli porselen, gümüş ve mobilyalar var görseniz çok beğeneceksiniz demesine rağmen baba, kız olarak tuhaf bir ittifak ile bir olup girip gezemedik. Ayrıca da park hoşumuza gitmişti. Ve önümüzde Wellington Arch duruyordu.
Bu ünlü parkın güneydoğusunda yer alan Apsley House (www.apsleyhouseguide.co.uk), 1778 yılında inşa edilmiş. 50 yıl sonra da Wellington Dükü’ne büyük bir konut temin etmek amacıyla genişletilmiş. Selcan’ın içeride Dük’ün kapsamlı güzel sanatlar koleksiyonu, görkemli ipek panolar, Goya, Velazquez, Rubens gibi sanatçıların resimleri, çeşitli porselen, gümüş ve mobilyalar var görseniz çok beğeneceksiniz demesine rağmen baba, kız olarak tuhaf bir ittifak ile bir olup girip gezemedik. Ayrıca da park hoşumuza gitmişti. Ve önümüzde Wellington Arch duruyordu.
Bu görkemli
yapı, Apsley House’dan sonra, bu büyük alana ne yapılmalı diye süren 100
yıllık bir tartışmalardan sonra 1828’de Decimus Burton’un tasarımıyla
dikilmiş. Kemerin
üzerindeki heykel ise 1912 yılında Adrian Jones tarafından
eklenmiş. Kemerin içindeki giriş kısmından London Pass’larımız
marifetiyle üst kata çıktık. Bu yapının tasarım evrelerinin sergilendiği salonu
gezip, manzarayı görmek için açık terası gezdik.
Buradan
İngiliz monarşisinin kalbi olan Buckingham Palace’a uzanan çift taraflı
ağaçlık yol güzel görünüyordu.
İşte o güzel
ve oldukça uzun bulvardan sağımızda sarayın kalın ve yüksek duvarlarını takip
ederek Buckingham Palace’a ulaştık.
Çeşitli
uluslardan insanlar gruplar halinde bol bol fotoğraf çektiriyorlardı. Sarayın
ana çizgileri, Victoria dönemi Londra'sının mimari siluetini gerçekleştiren
ünlü mimar John Nash’e aitmiş. Konut ve ofis olarak kullanılan sarayda
aile hariç 300 kişinin çalıştığı söyleniyor.
Aslında
nöbet değişim saati çoktan geçtiği için pek bir çekiciliği yok gibi. Daha
öncede gördüğümüz için çok fazla vakit harcamadık bir kaç poz fotoğraf
çektik.
Saraydan
ayrılarak haritamızı takiben saray muhafız birliği binalarının
önünden yürüyerek yaklaşık bin yıldır İngiltere’nin politik ve dinsel merkezi
olan Whitehall ve Westminster bölgesine ulaştık.
XI. yüzyılda
buradaki bataklık alan üzerindeki adaya ilk saray inşa edilmiş. Yanına bir de
kilise. Kilise inşasından elli yıl sonra Kral Edward tarafından
genişletilerek İngiltere’nin en büyük manastırına dönüştürülmüş ve manastır
daha sonra bölgeye adını vermiştir Takip eden zamanlarda Hükümet Binaları da bu bölgede inşa edilmiş. (Not: Minster: manastır kilisesi
anlamına gelmektedir.)
Bölgede
nereye bakılsa, devasa ve buram buram tarih kokan binalar ve heybetli heykeller
göze çarpmaktadır. Bizde Japonlar kadar olamaz isek de çekebildiğimiz kadar
fotoğraf çekip o bina ne idi, bu bina neresidir? sorularını elimizdeki rehber
kitaptan öğrenerek yürümeyi sürdürdük. Ancak o dehşetli yapıların bütününü
çekebilmeyi beceremediğimden internet kaynaklarından edinilen görselleri
kullanmak daha anlamlı geldi doğrusu.
Londra' nın
en eski ve önemli manastırı Westminster Abey ve Victoria döneminin
ünlü mimarlarından Sir Charles Barry tarafından gotik tarzda tasarlanan
Parlamento binaları görkemleri ile öne çıkmaktadır.
Bu
parlamento binalarının önünde yer alan 106 metre yüksekliğindeki saat kulesi Big
Ben’in ise yeri tartışılmaz. Burada küçük ve fakat önemli bir
ayrıntıyı paylaşmakta yarar var.
Aslında Big
Ben, kulenin adı değilmiş. Peki neyin adıymış? Saat başı sesi duyulan 14 tonluk
tok sesli çanın adı imiş. Buradaki saat, Mayıs 1859 tarihindeki ilk kuruluşundan
bu yana hiç aksamadan doğru zamanı gösteriyormuş. 1859, aynı zamanda bizim Mülkiye’nin
kuruluş tarihi. E, Mülkiye’de kuruluşundan bu yana sosyal bilimler alanındaki
bilimselliğinden hiç sapmamıştır nitekim!...
Az önce,
heybetli heykellerden bahsetmiştim ya. İşte bu heykellerden biri de 1648
İngiliz Devriminin, yani kraliyeti askıya alan devrimin önderi Oliver
Cromwell’e ait.
İngiltere
Başbakanların konutu olan Downing Street No:10’a doğru giderken sağ
koldaki The Red Lion’u biraz geçince yolun ortasında bir anıt dikkatimi
çekti.
Bu anıtın
adı Cenotaph. 1920 yılında Birinci Dünya savaşında hayatını yitiren
askerler için yapılmış. Hatırlatma: Sadece XX. Yüzyıldaki askeri geçmişlerini
anmaya, hatırlamaya dönük Londra’daki anıt sayısı on üç adettir. Bizim orda
olduğumuz saatten bir süre önce anıtın altına taze çiçeklerden yapılmış CYPRUS
yazısı dikkatimi çekmişti. Niye ki acaba?
IV.
Gün, 31 Temmuz 2010, Cumartesi.
Yine
kahvaltı sonrası metro marifetiyle bir hat değiştirerek dünyanın en eski müzesi
olan British Museum’a gittik. Müze, 1753 tarihinde Sir Hans Sloane’ın
gayretleri ile kurulmuş. Müzenin bahçesi de içerideki diğer katlarda
tıklım tıklım ziyaretçi dolu. Daha çok da gruplar halinde dünyanın çeşitli
yerlerinden çocuk ve genç öğrenciler. Bir grup Türk öğrenciye de
rastladık ve umutlarımız arttı.
Daha önceki
gelişimizde de gezdiğimiz için kızıma kısa bir takdim de bulunabilmek amacıyla
ülkemiz ve yakın coğrafyasına ait katlarda yoğunlaştık. İngilizler, dünyanın
her köşesinden “kaldırdıkları” objeleri müzede yedi ana bölümde
toplamışlar; Tarih öncesi ve Roma dönemi Britanya, Avrupa, Antik Yakındoğu,
Mısır, Yunan ve Roma, Asya, Afrika.
Sevgili
kızımın bu müzedeki konsantrasyonu beni mutlu etti diyebilirim. Özellikle Mısır
bölümü ve mumyalar daha çok dikkatini çekti. Geçen defa kapalı olduğunu
hatırladığım King’s Library’i bu defa görebildim. Bugün 60.000 adet
seçme eserin yer aldığı bir ihtisas kütüphanesi olarak önemli bir işlev
görüyor. Kütüphane, III. George döneminde (1760 – 1820) oluşturulmuş.
Müzenin
kitap satış bölümü ile hatıra eşya bölümü de görülmeye değer. Burada
İznik çinilerindeki desenlerin kullanıldığı hediyelik objeler oluşturulmuş ve
fakat müzenin anlatıldığı kitap ve broşürler yedi dilde olmasına rağmen ne
yazık ki kendi dilimiz yok. Peki, bu
eksiklik sadece İngilizlere mi ait?
Yoksa, bizim
kültür ve turizm ataşelerimiz bu işlerle hiç mi ilgilenmez!...
Biz orada
iken Müze, BBC ile işbirliği halinde Dünya Tarihinden 100 Obje Sergisi
düzenlemişti. Görülmeye değer bir sergi idi gerçekten.
Müzeden
çıkışta, susadığımızı hissettik. Çıkışın karşı sırasında yer alan bir büfeden
birer şişe su aldık. Metro istasyonuna doğu yürürken az önce aldığımız suların
markasının İzmir olduğunu ve Karşıyaka Belediyesinin iştiraki olan bir
şirket tarafından üretildiğini görünce, şaşırmadım desem yalan söylemiş olurum.
*
* *
Portobello,
aynı zamanda bir alışveriş cenneti de olan Londra’nın önemli ve çok renkli
çarşılarından da birisidir. Portobello, bir sokak aslında. Oldukça da
uzun bir sokak sayılır. Bizim oraya gittiğimiz gün cumartesi idi. İsabetli de
olmuş. Tüm tezgâh ve mağazalar açık ve sokağın başından sonuna insan
kalabalığından nerede ise görünmüyor.
Yol üzerinde
yer yer sokak şarkıcıları canlı müzik icra ediyorlar. Bu İngiliz milletinin eskiye
olan merakına saygılıyım da lakin her eski eşyayı abartılı bir biçimde
anlatışları enteresan aslında. Kıymetli parçalar da var belki, örneğin kullanılmış eski pipoları bile camekân içerisinde sergiliyorlar.
Hani bir
değiş vardır, “eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağar” hesabı. Bunları
görünce benim 44 pipoluk koleksiyon burada iş yapar diye içimden
geçirmedim desem yalan olur.
Portobello’daki
ilginç mağazalardan biri de All Saint. Burası kızım için
sattıkları itibariyle, benim için ise vitrin ve iç dekorasyonu itibariyle ilgi
dikkat çekici bulundu. Genellikle genç kızlara dönük tekstil ürünleri ve cins
cins aksesuarlar satıyor. Vitrinleri tamamıyla eski dikiş makineleri ile kaplı.
Ağırlıklı marka ise Singer. Butik içerisinde de eski marangoz tezgâhlarını
kullanmışlar. Çok hoşuma gitti doğrusu.
Ayrı bir yol
üstü tezgahta eski matbaa malzemeleri, hurufatları da satılıyor.
Portobello’da
balıkçı tezgâhı
Cadddenin
sonuna doğru seyyar tezgâhların içeriği taze sebze- meyve, kesme çiçek, balık
ağırlıklı olmaya başladı. Bir de hazır yemekler satanlar. Hele ki bir kaç
tezgâhta İspanyollar deniz ürünleri ve pirinçle hazırladıkları Paella
pişiriyorlardı ki sormayın. Niyeti bozup
gömecektim oradan bir porsiyon lakin aile efradı burun kıvırınca sadece
koklamakla yetindim diyebilirim.
Portobello
sokağının sonuna gelmiş, yorulmuş ve acıkmıştık. Sokak üzerindeki ve ara
sokaklardaki kafe ve diğer yiyecek mekânları oldukça kalabalık görünüyordu.
Kendimizi
paralel caddelerden biri olan Kensington Park Caddesine yönlendirdik.
İyi ki de öyle yapmışız. Cadde üzerindeki köşede 37 numaradaki Mediterrano /
Cucina İtaliano’yu görünce tamam işte budur dedim. Bizimkiler yorgunluğun
ve açlığın verdiği umutsuzlukla kabullendiler.
Aslında
tipik bir trattoria’yı andırıyordu. İçerisi biraz kalabalık
görünüyordu. Kapıda duran esmer ve siyahlar giymiş bayan garsona üç kişilik bir
yer istediğimizi söyledim. İçeriye göz atan bayan, “prego” diyerek
yerimizi gösterdi.
Lokantanın
dekorasyonu son derece sade ve doğaldı. Garsonların hepsinin İtalyan olduğu her
hallerinden belli olup, kendi aralarında da İtalyanca konuşuyorlardı.
Menü geldi, İtalyanca. Altlarına yemeğin ismini değil kullanılan malzemeleri
İngilizce olarak daha küçük puntolarla yazmışlar.
Ben kendime
bir Penne Alla Norma siparişi verdim. Zira içerisinde domates,
patlıcan, sarımsak ve bolca fesleğen vardı. Bizim kızlar da kendi seçimlerini
yaptılar bir de ortaya şefin salatasından söyledik. Birazdan masamıza servis
tabakları su bardakları ve bir büyük cam şişe su geldi. Yanında da bir çanak
buz. İçecek tercihimizi soran bayana kendi adıma Peroni istediğimi
söyleyince gözlerinin içi güldü sanki. Zira bilenler bilir İtalyanlar, ister
Paris’te olsun ister Londra’da olsun işlettikleri lokantalarda genellikle kendi
markalarını satarlar. Özellikle içki konusunda titizdirler.
Temsili
Penne Alla Norma
-Ekmek ister
misiniz?
Gözlerim
parlamıştı. Birazdan iki çeşit taptaze ekmek dilimlerinden oluşan bir ekmek
sepetini masaya bıraktılar. Gördünüz değil mi? Her şey apaçık ortada.
Daha sonra
bir diğer garson masaya bir küçük çukur beyaz porselen tabak bıraktı. Yanına da
iki cam şişe. Birinin içerisinde altın sarısı zeytinyağı, diğerinin içerisinde
de balsamik sirke vardı. Tabağa zeytinyağını doldurup içerisine de birkaç damla
sirkeden damlattım. Bu da bir nevi ebru çalışması olabilirdi. Makarnamı
beklerken bir yandan da ekmeğimi bandırarak açlığımı yatıştırıyordum.
Makarnalarımız gözüktü. Hem görsel olarak hem de lezzet olarak mükemmeldiler.
Porsiyonlar da oldukça büyüktü.
*
* *
Artık
yeniden yollara düşme saatidir. Selcan Hanımın önerisi üzerine Kensington
Palace’a gidip oradan da Hollanda Parkı üzerinden hayatımıza yön
verecektik. İlk otobüs durağında otobüs hattını belirlemek üzere kendi
aramızda konuşurken yaşlı bir İngiliz bayan yanımıza yaklaşarak yardımcı
olabileceğini söyleyince kendisinden kaç numaralı otobüse binmemiz gerektiğini
de öğrenmiş olduk. Bu tür bir davranışa dört gündür ikinci defa rastlıyorduk.
Hoş bir davranıştı doğrusu.
Otobüsten saraya
çok yakın bir noktada inerek yürüdük.
Kensignton
Sarayı; Selcan ve Asya
Akşam
olmak üzereydi. Sıkı bir yürüyüşle, Piccadilly, Regent Sokak güzergâhları
üzerinden gezerek, izleyerek ünlü Trafalgar Meydanı’na ulaştık.
Fransız ve
İspanyol donanmaları toplamda otuz üç adet olan gemilerinin yirmi ikisini
kaybederken, Amiral Horatio Nelson kumandasındaki yirmi yedi
gemilik İngiliz donanması kayıp vermemiştir.
Ağır
yaralanan Nelson, sonradan hayatını kaybetmiştir. Bu yenilgi ile Napolyon'un
Britanya'yı işgal hayalleri suya düşmüştür. İngiliz donanması XVIII. yüzyılda
ele geçirdiği deniz hâkimiyetini bu zaferle pekiştirmiştir.
Meydanın adı
önceleri IV. William meydanıymış. 1820'de IV. George tarafından alanın
düzenlenmesi için dönemin ünlü mimarlarından John Nash görevlendirildi. Meydanın
olduğu tüm semtin yani Charing Cross bölgesinin yeniden tasarlanması
planları çerçevesinde Nash, Trafalgar Meydanı'ndaki pek çok binayı
yıktırmış. Meydanın
bugünkü son haline ulaşması ise 1845 yılında İngiliz mimar Charles Barry'nin
yaptığı çalışmaların sonunda gerçekleşmiş. Meydandaki 50 metre yüksekliğindeki
sütunun üzerine Amiral Nelson’un heykeli vardır.
Daha önce de
belirtmiştim. İngilizler askeri zaferleri ile övünüyor.
Onlar “tarihleri
ile böyle yüzleşiyor”. Ya biz?
Londra’daki
açık hava etkinliklerinin nerede ise tamamının yapıldığı bu meydan yine cıvıl
cıvıl.
Tam bir
turistik merkez. işlevi görüyor.
Gün batmaya
yüz tutmuşken meydan civarlarındaki bazı dükkanlardan birkaç parça hediyelik
eşya alıp metro ile Liverpool İstasyonuna döndük.
Smitfield’deki S&M Pub’ta keyifli bir akşam yemeği yiyerek bugün gezdiğimiz yerler hakkında bol bol sohbet ettik.
Smitfield’deki S&M Pub’ta keyifli bir akşam yemeği yiyerek bugün gezdiğimiz yerler hakkında bol bol sohbet ettik.
V. Gün, 1 Ağustos 2010, Pazar.
Londra’da bir Pazar sabahı. Bugün yolculuk var. Erken
kalkıp yine serin ve keyifli bir yürüyüşle Liverpool Street Tren İstasyonu’na
yürüdük. Cambridge’e gideceğiz. Ve sevgili arkadaşımız Eda
Baysal ile buluşacağız. İstasyon tam bir pazar sabahı tenhalığında.
08.28 Cambridge trenine biletlerimizi aldıktan,
kahvaltı için gerekli nevalelerimizi de istasyondan tedarik ederek trenimize
bindik.
Tren çok
tenha. Bizim vagonda üç dört çekik gözlü sırt çantalı gencin dışında kimse yok.
Keyifli bir yolculuk başlıyor işte. Tren tam saatinde
kalkıyor. Londra’yı kahverengi tuğlalı evleriyle geride bırakırken yeşilin dozu
daha da artıyor. Ve biz de bu arada kahvaltı meselesini hallediyoruz.
Tren, Cambridge’e kadar beş ya da altı istasyonda durup, yolcu alıp yolcu indiriyor. Cambridge doğru yaklaştığımızda sevgili arkadaşımız Eda’yı aradım. Bizi istasyon’da bekliyormuş. Yaklaşık bir saatin sonunda Cambridge’e varıyoruz. Arkadaşımızla sarılıp, özlem giderip ayaküstü laflayarak on iki yıl önce geldiğimiz kentin merkezine doğru yürümeğe başlıyoruz.
Tren, Cambridge’e kadar beş ya da altı istasyonda durup, yolcu alıp yolcu indiriyor. Cambridge doğru yaklaştığımızda sevgili arkadaşımız Eda’yı aradım. Bizi istasyon’da bekliyormuş. Yaklaşık bir saatin sonunda Cambridge’e varıyoruz. Arkadaşımızla sarılıp, özlem giderip ayaküstü laflayarak on iki yıl önce geldiğimiz kentin merkezine doğru yürümeğe başlıyoruz.
İstasyonun
çıkışındaki bisiklet parkının büyüklüğü meseleyi anlamanıza yol açacaktır. Zira
Cambridge hocasından öğrencisine aynı zamanda bisikletliler şehridir.
Arkadaşımız
Eda Baysal ve Asya ile Selcan
Bir
yandan sohbet edip günlerinin nasıl geçtiğini anlatan Eda, bir yandan da tarih
kokan sokaklar ve binalarla ilgili bilgi aktarıyor.
Cambridge’in
tarihi yaklaşık 2000 yıl geriye gidiyor. Kent tarihi açısından çok da eski
sayılmaz aslında değil mi? 5000 yıllık tarihi olan İzmir’i düşününce.
Günümüz
de sürmekte olan ezeli ve ebedi Cambridge – Oxford rekabeti nedeniyle buradaki
üniversitenin, kolejlerin kökeni XIII. yüzyıla dayanıyor. Oxford ‘dan ayrılan
bir grup öğrenci ve hocanın Cambridge’e gelerek üniversitenin kurulmasına neden
oldukları söylenmekte.
Efendim,
Cambridge,
kolejler dışında aynı zamanda, tarihi kiliselerin, öğrencilerin, şık köprülerin
ve öğrencilerin egemenliğinde bir yerleşim yeri.
Cambridge
Üniversitesi geçtiğimiz yıl 800. kuruluş yıldönümünü kutlamış. Dile kolay değil
mi?
Yeri gelmişken bir bilgi aktarıvereyim. Cambridge Üniversitesi
denilince tek bir bina ya da yerleşke aklınıza gelmesin. Tam tamına otuz sekiz
kolejden oluşan bir üniversite burası. Üniversite’den aldığım kolejleri tanıtan
bir broşürü tarayıcıdan geçirerek sizlere sunmak isabetli olacaktır.
Merkeze
doğru yaklaştığımızda turistik gezi grupları dikkatimizi çekiyor. Nerede ise
her milletten üniversite öncesi yaşlarda öğrenci toplulukları bir örnek
tişörtleri ve sırt çantalarıyla rehber öğretmenleri eşliğinde yürüyorlardı.
Evet, işte yolun solunda King’s College’in devasa duvarları belirdi. Aklıma 1998 yılında kolejin iç bahçesindeki dar yürüyüş yolunda eşim ve kızımla fotoğraf çekilirken bir miktar çimene çıkmış olmam nedeniyle siyah cüppeli bir görevliden yediğim fırça geldi. Neden bağırdığı sorulduğunda cevabımı almıştım.
Gerçi
Cambridge’deki en eski kolej olan Peterhouse 1294’de kurulmuş olsa da King’s
College 1441 yılına tarihli. Yani daha Fatih İstanbul’u almadan önce. Kral IV.
Henry tarafından kurulmuş.
Ana
giriş kapısındaki siyah cübbeli genç bayan görevli, ziyaretçi girişlerinin yan
bahçeyi dolanarak gidilecek olan kapıdan yapılabileceğini söyledi. Biz de o
güzergâhı takip ederek kolejin ziyarete açık olan kilisesine girdik.
Kilise
1512 – 1515 yılları arasında inşa edilmiş. 88 metre uzunluğunda dev
bir hol. 24 metre
tavan yüksekliği var. 26 adet vitraylarla bezenmiş dev pencereler. Kilise
gezini tamamlayarak diğer kapıdan kolejin iç avlusundaki geniş çim bahçeye
çıktık. Hani yukarıda belirttiğim on iki yıl önce fırça yediğim bahçeye yani.
Bahçe aynen duruyor. Yeri şimdik geldi. Not ediverelim Bu defa tanıtım
broşürüne yazmışlar o “fırça”nın nedeni. Aynen aktarıyorum:
“(..) We also request visitors not to
picnic, leave litter, or walk on the grass. Note that Senior Members of the
College and their guests are allowed to walk on the grass”
Ya
işte böyle!...
Bu
bahçede on iki yıl sonra kızımla beraber yeniden bir fotoğraf çektirmenin
zamanıdır. Aman dikkat, çimlere
basmayalım :):):)
Karşı sıradaki iş yerleri arasında King’s College’in de bir hediyelik / hatıra eşya dükkânı var. Gerçekten görülmeye değer.
Adamlar, kitaplar, CD, DVD’ler yanında aklınıza gelebilecek her türlü materyali kendi kolejleri dâhilinde sunuyorlar. İyi de ediyorlar. Bizim üniversitelerimiz de böyle mağazalar ne mümkün. Ancak mezun cemiyetleri birkaç ürün tasarlarsa öpüp başımıza koyuyoruz değil mi?
Vitrinlere baka baka yavaştan Pazar Meydanına (Market
Square) doğru ilerliyoruz.
Pazar tezgâhları arasında yürüyerek meydana bakan açık
hava kafelerinden birine oturuyoruz. Artık azıcık dinlenme, birer fincan kahve
eşliğinde dumanlama zamanıdır.
Sohbet sırasında Asya’ya Cambridge ile ilgili ilk
izlenimlerini soruyorum. O da Londra ile karşılaştırarak diyor ki;
-Baba, burada hem okuyabilirim, hem de yaşayabilirim.
Meydanın bir köşesinde gençlerden oluşan bir grup
keyifli müzikler çalıp söylüyor, gezginler ise hem dinliyor hem de bol bol
fotoğraf çekiyorlar.
Soluklanmış ve dinlenmiştik. Kanal / nehire doğru yürümeğe başladık,
demir parmaklıklı bahçe duvarlarını takip ederek Trinity College’i
arkamızda bırakıp devam ettik.
Kanal / nehire doğru yaklaşırken gençler ellerindeki tanıtım tabelaları ile
birlikte hem teknelerini hem de gezi turlarını pazarlama gayreti içerisinde
idiler.
Manzara çok keyif verici bir hal alıyor bu kısımda, yeşilin binbir türlü
tonu, bakımlı bahçeler ve tarihsel mimarlık izleri bir bütün oluşturuyor.
Bu keyifli güzergâhı bitirip farklı sokaklardan merkeze doğru yürüyerek
karnımızın çaldığı zilleri fark ediyoruz hep birlikte. Evet, artık öğle yemeği saatidir. Eda arkadaşımız, bizi tarihi bir mekâna
götüreceğini ve orada yemek yiyebileceğimizi söylüyor. Herhangi bir itirazımız
yok.
Ama önce Cambridge Store’a uğrayıp küçük alışverişler yapıyoruz.
Alışveriş sonrası şimdik yemek zamanıdır.
Geldiğimiz lokanta klasik bir İngiliz Pub’ı. Adı Eagle. İçeride birkaç yaşlı İngiliz biralarını içerek koyu bir sohbete dalmışlardı. Sıkı durun!..Burası tam 1525 yılından bu yana hizmet vermeye devam ediyormuş. İnanılır gibi değil mi?
Oturduğumuz 22 nolu masanın yanındaki ahşap kaplamada
çerçeveli bir yazı dikkatimi çekti. Fotoğrafını çekmeyi unuttuğum için çok
kızıyorum şimdi kendime.
Efendim, ne yazıyordu biliyor musunuz?
"Oliver Cronwell buraya geldiğinde bu masada otururdu”
Daha öncede değinmiştim anımsayacaksınız 1648 devriminin önderi General
Cronwell.
Canım ülkem benim, hadi o kadar gerilere gitmeyelim ama örneğin
İstanbul’daki Rejans Lokantası bu aralar yer değiştirilmek zorunda bırakılıyor,
Ankara’daki Çiçek Lokantası’nın yerinde yeller esmiyor mu? (Bu
notların kaleme alındığı sırada AOÇ Merkez Lokantası çalışır halde idi).
Bu bağlamda, hayıflanmak için ne kadar çok sebebimiz var aslında.
Bara gidip masa numaramızı söyleyerek içeceklerimizi alıyoruz. Kendime buz
gibi bir siyah İrlanda birası söylüyorum ve gazeteci ağabeyim sevgili Işık
Kansu’nun kulaklarını çınlatarak yudumluyorum.
Az sonra yemek siparişlerimizi de veriyoruz. Bir İngiliz klasiği olan Fish&Chips
ve bir de bizim salatalara benzer bir salata olan Yunan salatasını menüden
seçiyoruz.
Temsili Fish & Chips
İkinci birayı da içtikten sonra tren saatimizin
yaklaşmakta olduğunu fark ettik. Bu yemeğin üstüne istasyona kadar yürüyüş iyi
gelecekti. Öyle yaptık. İstasyon’da sevgili dostumuz Eda Baysal ile
vedalaşıp, teşekkürlerimizi ileterek trenimize bindik.
Keyifli bir yolculuk ile de yeniden Liverpool İstasyonuna gelmiş olduk.
Artık otelde dinlenme zamanıydı.
VI.
Gün, 2 Ağustos 2010, Pazartesi
Bu sabahın programı da Ankara’dan yine Selcan
tarafından organize edilmişti. Bir kanal turu yapacağız.
Ankara’dan aldığımız haberlere göre hava sıcaklığı 40
derecenin üzerinde seyrediyormuş. Burada ise gündüz en yüksek 22–23 olacağı
söyleniyor, dolayısıyla şanslı sayılabiliriz.
Metro ile Warwick Avenue’ye vasıl olduk.
Geldiğimiz semtin sakinliğine, evlerinin ve bahçelerinin ya da balkonlarının
çiçekli güzelliklerine kapılmamak elde değil. Kısa ve keyifli bir yürüyüşle
kanala geldik. Ortalık hem yeşillik hem de rengârenk çiçekler dolu. Karşıda
mavi boyalı bir demir köprü.
Kanalın karşı tarafında da bizim turuna katılacağımız Jason’s
Boat duruyor. Daha kırk beş dakikalık bir zamanımız var. Ayrıca, çok da
güzel bir kafeterya da var. O zaman bir sabah kahvesi ile birlikte bir sigara
içmeli. Etrafın güzelliği gerçekten insanın ömrünün uzatacak
cinsten. 10.30’a doğru mavi köprüden karşıya geçip bota doğru yöneliyoruz.
Küçük kız çocukları bir Fransız aile ve kadın ve çocuklardan oluşan birkaç
İngiliz aile de sırada.
Bot görevlisi hanım bizim ismimizle rezervasyon
listesini karşılaştırıp, London Pass’larımızı da kontrol ettikten sonra bizi
bota alıyor. Sandalyelerimize yerleşiyoruz.
10.30’da gezi başlıyor. Bu yemyeşil suda zerre kadar
kötü bir koku yok. Ne bir poşet ne de atılmış bir pet şişeye rastlamak mümkün
değil.
Bayan Kaptan, ses sistemi aracılığıyla
önce teknenin öyküsü ile başlıyor anlatmaya. Efendim bizim gezi tekne / bot,
tama yüz yaşında imiş. Eskiden bu sularda elektrik üretmek için kurulu bulunan
santrale yıllarca kömür taşımış. Gezmekte olduğumuz kanalın açılış tarihi 1820
yılı imiş. Bu bölgenin bir diğer adı da Little Venice imiş.
***
Yeri gelmişken yine bir
parantez açmak için sabrınıza sığınıyorum;
Biliyorsunuz İngiltere bir ada ülkesi. Toplam üç adet ciddi ölçekte
akarsuya sahip: Severn, Trent ve Thames. 1700’lerin sonunda
itibaren kanal açma ve yük-yolcuyu suyolları üzerinden taşıma kararı alarak
uygulamaya geçirmişler. Yandaki haritadan görüleceği gibi nerede ise
bütün coğrafyaya ulaşıyor bu kanallar. Bugün itibariyle toplam kanalların
uzunluğu 3.200 km.
Meraklısı için aşağıdaki online kaynaklar ilk elde yeterli olacaktır:
Ya bizim ülkemizde, hani 1930’larda Şehir Hatları vapurları ile Trabzon –
İstanbul arasında bile tarifeli vapur seferleri olan, hani o “3 tarafı
denizlerle çevrili ülkemiz” diye başlayan Kabotaj bayramı nutukları atılan,
hani Aras, Dicle, Fırat, Asi, Sakarya, Yeşil Irmak, Kızıl Irmak, Seyhan,
Ceyhan, Gediz, Menderes ırmaklarına sahip bu topraklar. Niye biz bu suyollarını
kullanmadık bugüne kadar? Bırakın onu. Vapur seferlerini iptal etmeyi de
bırakın, ya biz denizleri doldurup, derelerin ağızlarını tıkayıp otoyollar
yapmadık mı?
Ama doğru, biz İngilizler kadar gariban mıyız? Onlar yapmışlar hesaplarını
kitaplarını ve demişler ki taşıma maliyetleri açısından en düşük maliyet
suyolları.
E o halde !..Bununla da kalmamışlar iyi mi? Birde sardırmışlar demiryollarına.
Aynı bizim Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşındaki gibi demir ağlarla örmüşler tüm
adayı. Çok uzattığımın farkındayım. Lakin bakın hesap ortada:
İngiltere
|
Türkiye
|
||
Yüzölçümü
|
244.820 km2
|
Yüzölçümü
|
783.562 km2
|
Nüfus
|
57 milyon
|
Nüfus
|
73 milyon
|
Demiryolu Uzunluğu
|
17.156 km
|
Demiryolu Uzunluğu
|
10.984 km
|
Üzerinde çokça düşünmeye değmez mi?
*
* *
Evet, gezimize kaldığımız yerden devam edelim. Bot, sabit süratle giderken
bayan kaptan bir yandan anlatıyor, bizler bir sağa bir sola büyülenmiş
bakıyoruz. Kanal boyunca tekne evler ve kaptanın tabiriyle, kanal insanları. Bu
kanal insanları gerçekten ayrı bir komün gibi nerede ise. Tam bir dayanışma
içerisindeler.
Teknelerin üzerlerinde çiçek yetiştiriyorlar, bisikletlerini tamir
ediyorlar. Belediye, bu tekne evlerine elektrik ve su imkânlarını da sağlamış
durumda. Atıkları da ayrı bir sistemle toplanıyor. Zaten bu kanala hiçbir
biçimde organik atık salınmıyormuş. Ayrıca taşkın kontrol sistemleri de var
imiş.
Kanalın bizim takip ettiğimiz rotaya göre solunda taş zeminli bir yürüyüş
yolu da var. Geçmişte bu yol, atlar için yapılmış.
Kanalın sağında ve solunda inanılmaz güzellikte malikânelere de rastlamak mümkün. Üst sağda yer alan balkondaki “inek” heykelini gördünüz mü? Muhtemelen bizim gibi Mülkiyelidir.
Çok ince işçilik eseri olduğu belli olan tuğla ve demir gibi iki temel yapı
elemanın kullanıldığı usta işi köprülerin altında geçiyoruz.
Sağ taraftaki duvarların bazı kısımlarında çeşitli sanatçılar tarafından yapılmış keyifli grafiti örnekleri de var.
Bir süre sonra kanalda bir kano eğitim merkezinin de önünden geçtik.
Sevimli bir görüntü oluşturuyorlardı.
Akşama kadar sürse diye içimden geçirdiğim bu kanal turu 45 dakika sonra
nihayetleniyor. Geldiğimiz nokta, kanal botlarının dönüş manevralarına olanak
sağlayan genişlikteydi.
Efendim, vardığımız bölgenin
genel ismi Camden Town. Bu bölgenin, iskâna açılması 1790
tarihinde başlıyor. Bölge içerisinde bizim bulunduğumuz kısım Camden Lock
Market. Ama insan bir ara bura nire? İngiltere mi? diye sormadan
edemiyor kendisine. Dünyanın her yanından, her ulusundan insanlar kopup
gelmişler sanki. Renk renk insanlar, renk renk kıyafetler.
1854’den bu yana canlılığını koruyan bu pazar / bina müştemilatları zaman
içerisinde çeşitli aslına uygun restorasyonlar görmüş doğal olarak. Farklı köşe
ve noktalarda “İngiliz Mirası 1854” yazılı küçük tabelalar gözümüzden
kaçmadı.
Her köşe o kadar renkli o kadar hareketli ki. Eliniz denklarşörden gözünüz
etraftan ayrılamıyor.
Fotoğraf makinesinin hafıza kartı da dolmak üzere.
Tekneden indikten sonra
takip ettiğimiz yol ile binanın kapalı kısmına ulaşmış olduk.
Bu kısmı
oluşturan yapı olduğu gibi muhafaza edilmiş, demirleri oldukça estetik figürlü
ve ciddi bakımlı, tavan aydınlatma elemanları bile özgünlüğünü koruyor.
Bu kattaki
tezgâhlarda, ilginç takı tasarımları, bol miktarda bijuteri, gümüşçü ve
taşçılar, muhteşem grafik kolajlarında Londra görüntülerini içeren resimler,
şapkacılar, farklı farklı müzik aletleri, Golek kuklaları, heykelcikler,
çeşitli abartılı bir nevi tiyatro kostümlerini andıran giysi butikleri, günümüz
modasına uygun giysi tezgahları, insanların bunları nasıl ayaklarında
taşıyorlar düşüncesine gark olacağınız abartıda botlar, postallar, piercing ve
dövme malzemeleri, bunları satanlar, yapanlar kullananlar.
Ne ararsanız
burada var gibi bir durum.
Merdivenlerden aşağıya inip avluya açılan sokakları turluyoruz. Burası da dünya mutfaklarının adeta bir şov şeklinde sergilendiği küçük yan yana sıralandığı bir yiyecek cenneti adeta.
Taylandlısından,
Meksikalısına, İtalyanından, Hintlisine, Türkünden, Suriyelisine, Lübnanlısına
kadar hemen her millet gel gel yapıyor.
Avluyu
oluşturan sokak ve alanlarda çok sayıda Nalbant ve At
figürlerinden oluşan ilginç demir döküm heykeller göz dolduruyor.
Gerçekten
sanayi devrimi döneminde demircilikte de ustalaşan İngilizler hem yapılarında
hem toplumsal yaşamlarında bu ustalıkları büyük başarı ile kullanıyor ve
gösteriyorlar da.
Biliyorum, sünnet yorganına
döndü yazı, çok resim kullandım. Ama hoş görüleceğinden eminim.
Ve nihayet
çalan zillere kulak verilerek boğazlar meselesinin halli zamanıdır.
Yavaş
yavaş Camden Lock / The Stables Market turunun sonuna geldik.
Programımıza
göre, Camden Town Caddesi üzerindeki ilk istasyona yürüyecek ve oradan Karl Marks’ın
mezarını ziyaret ederek, bir nevi “hac farizamızı” yerine getirmiş olacaktık..
Gezi sırasında küçük defterime aldığım notlarımı yazıya dökerken fark ettim ki, bizim bulunduğumuz noktaya çok yakın bir sokak olan Regent Park Road No:122’de Friedrich Engels’in tam yirmi dört yıl yaşadığı ve Marks’ın da sık sık ziyaret ettiği ev hâlâ duruyormuş. Umarım bir daha ki Londra seyahatinde o evi de görmüş olurum.
Metalcisinden
punkuna bin bir çeşit insan ve bin bir renk saç ve modelleri, yüzünün görünen
her bir noktasında metaller, kollarında dövmelerin kol gezdiği kendini
ifade ediş biçimleri arasından biraz da ürpererek geçiyorsunuz. Ve buranın
binalarındaki renklerde insanlarını aratmıyor.
Kentish Town
İstasyonundan metroya binip, Tufnell Park Archway duraklarını geçerek Highgate
istasyonunda metrodan indik. Highgate-cemetry’e yani Highgate
Mezarlığına gidecektik. Metro’dan sonra bindiğimiz otobüsün son
durağında indik. Elimizdeki haritaya göre yön tahmini yaparken yakındaki parkta
oturan bir İngiliz’den aldığımız yardım ile yola koyulduk.
Aşağıya
doğru dik eğimli ıssız bir asfalt yol uzuyordu. Yolun iki yakasından dik
duvarlar ve duvarlardan zaman zaman yolun üzerinden karşı duvarlara uzanan
asırlık ağaçlar insanın içini ürpertiyordu.
Bir de
aklıma geçmişten bir bilgi hemen gelmesin mi?
Efendim o
bilgi, “1970 yılında bu mezarlıkta bir vampirin öldürüldüğü ve kayıtlara Highgate
Vampiri olarak geçtiği konusundaki rivayettir."
On dakikalık
bir yürüyüş sonrası sol cenahta Sir Sidney Waterlow tarafından 1889
yılında tasarlanan devasa Waterlow Park'ı geride bıraktığımızda
sağ kolda bir giriş nizamiyesi benzeri demirden büyük bir kapı gördük.
Kapıyı
kilitlemekte olan bayan görevliye Selcan sordu;
-Mezarlığı ziyaret etmek istiyoruz.
Kadın da,
-Ancak tur
ve rehberle gezebilirsiniz demesin mi!.. Şok olduk tabi.
O kadar
yoldan geldik Marks için diye kendi aramızda konuşurken görevli Marks’ı
duyunca,
-Marks,
karşı bölümde. Orası için sorun yok deyiverince derin bir oh çektik
en harbisinden.
Karşı taraftaki girişten üçer pound ödeyerek biletlerimizi aldığımız görevliler, bize kapağında Marks’ın mezarlıktaki büstünün fotoğrafının ve mezarlık tanıtımı ve de mezarlık krokisini içeren birer broşür verdi. Broşürde ayrıca ünlü kişilerin isimleri krokiye işlenmişti.
Karşı taraftaki girişten üçer pound ödeyerek biletlerimizi aldığımız görevliler, bize kapağında Marks’ın mezarlıktaki büstünün fotoğrafının ve mezarlık tanıtımı ve de mezarlık krokisini içeren birer broşür verdi. Broşürde ayrıca ünlü kişilerin isimleri krokiye işlenmişti.
Efendim, bu
mezarlık Londra`nın dışında yedi tane modern ve büyük mezarlık yapma projesinin
bir parçası olarak 1839 yılında açılmış. Viktorya döneminin de etkisiyle çok
sayıda Gotik mezar ve yapılar inşa edilmiş.
Özgün mezarlığa doğu kısmının (yani Marks’ın
bulunduğu) da eklenmesiyle mezarlığın alanı genişlemiş ve batı ve de
doğu tarafı bugün de kullanılmaktadır.
Güvenlik
açısından batı tarafı (yani bizim ilk geldiğimiz kapı oluyor), Viktorya
dönemine ait önemli mozole ve mezar taşları taşıdığı için, ancak izin alınarak
ve rehber eşliğinde turlarla gezilebilirmiş.
Mezarlık gerçekten etkileyici. E tabi 171 yıllık. Ve bu
kadar süreçteki farklı taşlar, farklı figürler ve o kadar yıllık bitki örtüsü.
Eski
mezarların arasında, yola yakın kısımlarda yeni tarihli mezarlara da rastlamak
mümkün. Bu arada ellerinde broşürler geri dönüş istikametinde birkaç çekik
gözlüye de rastladık.
Krokiyi takip ederek Karl Marks’ın mezarını bulduk.
Mezarın
kaidesinde birkaç küçük taze çiçek demeti vardı.
O anda aklıma F. Engels’in burada yani mezarın başında 17 Mart 1883’ te yaptığı konuşma geldi.
O anda aklıma F. Engels’in burada yani mezarın başında 17 Mart 1883’ te yaptığı konuşma geldi.
Yanlış
anımsamıyorsam konuşma, şu cümle ile bitiyordu: “Adı
yüzyıllar boyunca yasayacak, yapıtı da!”
Gerçekten de
öyle oldu ve olmaya da devam edecek.
Vakit, akşamı gösteriyordu, buradan Oxford Caddesine gitmemiz ve aldığımız küçük siparişler için alışveriş yapmamız gerekiyordu. Yapıldı da.
Hava
kararmış, hem yorulmuş hem de acıkmıştık. Londra’da son gecemizdi.
Otele yakın Oldspitalfield
Market alanındaki yerlerden birinde yemeğimizi yiyebilirdik.
Ben
bizimkilere geçen gece yemek yediğimiz S&M isimli Pub’ı önerdim,
lakin “değişik bir yer olsun” diye bir hatun çıkışından sonra o alandaki Real
Greek diye bir lokantaya, nasıl olsa komşudurlar, mutfakları da bize
yatkındır diyerekten oturduk.
Ama, adı her
ne kadar “Real” de olsa “gerçek” ile uzaktan yakında alakası olmadığı gelen
yemeklerden belli oldu.
Neyse açlığımız yatışmış ve yeterince de dinlenmiştik.
Neyse açlığımız yatışmış ve yeterince de dinlenmiştik.
Şimdi otele
gidip valiz hazırlama zamanıydı.
VII.
ve son gün, 3 Ağustos 2010, Salı.
Sabah saatler
06.00’yı gösterdiğinde hava çoktan aydınlanmıştı. Selcan’ın cep telefonuna
gelen mesajın sesi ile uyandım. Yine rötar bildiriliyordu. 12.50’de kalkacak
uçak, 14.50’ye ertelenmişti. Bu durumda aynı şirketin İstanbul – Ankara
bağlantılı uçağına yetişebilmek için sadece yirmi dakikamız kalıyordu.
Liverpool
Tren İstasyonu önünden havaalanı servis otobüsümüze binerek havaalanına
ulaştık.
Epeyce
zamanımız vardı. Bizim hatun kısmısı başta parfümcüler olmak üzere dükkânları
tavaf ederek son alışverişlerini yaptılar.
Gerçekten İstanbul – Ankara bağlantılı uçağına zor yetiştik. İstanbul’da pasaport kontrolünden iç hatlara nerede ise “yine uçarak” geldik sayılır.
Ortalık bizim isimlerimizle başlayan “bu sizin için son çağrıdır ” nidaları ile inliyordu.
Kendilerinin düzenlemeleri nedeniyle anons yiyip duruyorduk.
Gerçekten İstanbul – Ankara bağlantılı uçağına zor yetiştik. İstanbul’da pasaport kontrolünden iç hatlara nerede ise “yine uçarak” geldik sayılır.
Ortalık bizim isimlerimizle başlayan “bu sizin için son çağrıdır ” nidaları ile inliyordu.
Kendilerinin düzenlemeleri nedeniyle anons yiyip duruyorduk.
Ve saatler
23.00’ü gösterirken biz artık Ankara’daki evimiz de idik.