21 Temmuz 2015 Salı

Patates Oturtma


Efendim merhaba
Bu akşamüzeri (yani 28 Haziran 2015 Pazar) bir patates oturtma yapıp, fotoğrafını da facebook’a koyunca tarif isteyen dostlarım oldu.

Onlara söz verdiğim için bu kısa notu yazmak icap etti.

Önce malzemelerimizi sıralayalım:
250 gram dana kıyma
5- 6 adet patates
2 orta boy kuru soğan
4-5 adet ince yeşil kıl biber
1 yemek kaşığı biber salçası
1 adet irice domates
Tuz, karabiber, kuru fesleğen
Bir tutam maydanoz
Sızma zeytinyağı.


 İşin keyifli yanı olan imal kısmına geçelim.

Önce tenceremize kıymamızı koyup suyunu salıp çekene kadar çeviriyoruz. 2 adet orta boy soğanımızı yarım piyazlık doğrayıp, kavrulma öncesi fazında tencerede gezenti vaziyetteki kıymamıza ilave ederken, bir küçük çay bardağı kadar zeytinyağımızı da ihmal etmiyoruz
Patateslerimizi soyup kalınca halkalar halinde doğradıktan sonra tenceremize ekliyoruz. Yeşilbiberlerimizi de uzunca parçalar halinde kestikten sonra patateslerine arasına yerleştiriveriyoruz.
Tüm malzemelerimizi, çıtırdama sesleri gelene kadar kavuruyoruz.
Takiben, bir yemek kaşığı biber salçamızı, bir su bardağı sıcak su ile inceltip tencereye tedbirlice gezdiriveriyoruz. İyice karıştırdıktan sonra baharatlarımızı ve tuzumuzu da ekliyoruz.  
Yarım su bardağı daha sıcak suyu ilave ettikten sonra ocağın ateşini kısıyoruz.
İrice domatesimizi yarım halka şeklinde kesiyor ve tenceredeki malzemenin üzerine bir yaz pikesi kıvamında örtüveriyoruz.
Ve tenceremizin kapağını kapatıp, kısık ateşte tıkıldatmaya bırakıyoruz.
Domateslerin, şezlongda kabaklamasına güneşlenen kokonalar moduna gelmesi ile ince kıydığımız bir tutam maydanozu domateslerin üzerine ekip ateşimizi kapatarak, “oturtmanın” kaymak bağlamasına müsaade ediyoruz.

Vallahi, test edilip onaylandı anacım. Lezzet on numroJJ
Arz ediverdim.
Ağzımızın tadı bozulmasın.
Selam ve sevgi ile

 

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Çocukluğumun İzmir’i ve Şeker Bayramında Baklava İmecesi


Günümüzde TV muhabirleri sık bir biçimde Kızılay’da adamın burnuma mikrofonu dayayıp sorar oldular: Eski Bayramlar Nasıldı? diye.
            Burada kritik kavram eski belki de.
            Peki, kime göre eski?
            Bana göre eski olan, kulakları çınlasın babama göre eski mi? Ya da, yine bana göre eski olan kızım için yüzyıllık bir öykü mü?
            Bu ve benzeri soruları çokça türetebilir ve günün hay huyu içinde gözden kaçırabiliriz.

 
Gerçekten de filmi geriye sarınca, bakın o tozlu raflardan ya da kıvrımları ütülenmiş zihinlerimizden, hatta unutulmuş hüzünlü öykülere konu olan beyaz önlük yakalarımızı, babalarımızın beyaz balinalı yakaları olan kol düğmeli Frenk gömleklerini betona döndüren Atlı Kola ile kolalanmış zihnimde neler kalmış?
 
 
 
Bir zamanlar, doğup, büyüdüğüm, çocukluk bayramlarını ve ilk gençlik yıllarımı yaşadığım, Gâvur İzmir’in şeker bayramlarında şort ya da pantolon ceplerimiz, sarı yirmi beş kuruşluklar ve bakır on kuruşluklar ve akide şekerlerinin ağırlığını taşımakta zorluk çekerdi.
           Henüz 2,5 liralıklar bizim gibi memur ailesi çocuklarının rüyalarına bile giremezdi.
           Şort ya da pantolon dediydim ya az önce. Sadece armağan ağırlığından değil.
           Bir de asfalt Osman’ın asfaltlayarak henüz kıyıma uğratmadığı Arnavut kaldırımı yollarda, çocukluk sakarlıkları nedeniyle sık sık takılıp düşerdim. Pantolon ise kumaş delinir; şort ise dizlerim yaralanırdı. Dizler paralandı ise Bayramyerindeki Ödemiş Eczanesinde kalfa Reyhan Abla basardı tentürdiyodu ve üflerdi çok yakar diye.
           Eğer kumaş delindi ise de rampadaki Terzi Şakir amcanın dıştan takma motorlu Singer makinesi hallederdi.

Her ikisi de güya eve gelmeden önce ahaliye çaktırmamak için tasarlanan operasyonlardı.
           Ne terziydi ama Şakir Usta.
           Briyantinli saçları her daim taralı, omzunda mezura ile dolaşan o sakız beyazı gömlekleri kömür ütüsü ile ütüleyen bir usta idi. Frenk gömlekleri üzerinde kuşgözü kadar bir leke bile oluşmazdı kömür ütüsüne rağmen.
           Terzi Şakir’in az altında Bakkal Erol Abi. Hani yaz aylarının pazar sabahları Kuşadası, Çeşme, Foça, Mordoğan’a burunlu Magiruslarla mahalle gezisi düzenleyen Erol Bakkal.

           Dükkânın köşesinde bulunan Akasya ağacı altındaki seyyar kara tahtaya beyaz tebeşir ile gezi ilanını büyük harflerle yazardı imla hatasız. Mahalle ahalisinin her türlü yiyecek ve içecek çıkını ile Pazar sabahı gezisi için 05.30’da içtimaa çıktığı geziler.


 
Bu, aile gezilerine ayrıca değinilmeli aslında. Belki de bir sözlü tarih projesi olarak o geziye katılanların son temsilcileri ile röportajlar yapıp anıları, kayıt altına almalı onları kaybetmeden.
           Bakkal Erol abi, Çeşme’nin Ildırlı köyündendi. Yani Eritrai Antik Kentinin yer aldığı yörenin çocuğudur. Şaraba mökkem direnir. Ama burnu ve yanaklarının kırmızılığı ile ağzının içerisinde dolandırmakta zorluk çektiği dili, akşam 19.00’dan sonra onun mütekeyyif maddeler ile arasının oldukça iyi olduğunu ortaya çıkarırdı.
           Ve o saatten, dükkân kepenkleri indirilene kadar Erol Abi’nin karısı Güliz abla dükkâna nezaret ederdi. Bir yandan müşterilerle ilgilenir bir yandan kocasının, daracık dükkân içerisindeki yalpalamalarının malları dağıtmasına da engel olmuş olurdu.     
* * *
            Bayrama gelen sürecin adı: Ramazan, oruç, teravih gibi üç kelimeden ibaretti.
            İsteyen orucunu tutup isteyen de oruç tutmayıp teravih namazına gider, isteyen oruç tutmasa bile mahallede oruç tutanlara saygı nedeniyle balkondaki aleni cigara tüttürmelerini iftar ile sahur arasına sıkıştırırdı.
            Çocukluğum, Eşrefpaşa’daki Saat Kulesi civarındaki sokaklarda geçti. Ben elli yaşımı geçtim annemler hâlâ o civardaki sokaklardan olan 362. sokakta ikamet etmektedirler. 362. sokağın iki altı sokak, meşhur Halil Rıfat Paşa Caddesidir. Bizim sokaktan 346’ya geçip aşağıya sallandığınızda tarihi 95 Kıraathanesi ile karşılaşırsınız.
 
95’in altı bizim çocukluğumuzun oyun alanı olan çitlembik ağaçlarıyla bezeli İngiliz Bahçesi (Şimdik nerede ise yerinde yeller pardon apartmanlar esmektedir) ve bahçenin sağında Kız Lisesi ile bahçe arasından sahile çıkan sokağın sol kolunda Musevi Hastanesi vardı.
            O hastanedeki Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Dr. Nahum Gabay fötr şapkası ile bizim rampadan aşağıya elindeki manda gönü kızıl kahve ve köşeleri hafif eprimiş doktor çantası ile inerken, bakkal Erol Abiye, Terzi Şakir amcaya, köşe başında akşamüzeri muhabbeti yapan Lokmacı Fehmi Mirza Usta’ya, Karyolacı Kadir, Çadırcı Vahap ve Yorgancı Muzaffer ile Müteahhit Dündar amcalara selam vermeden inmez idi.  Bir de Museviler, Müslümanların Ramazan adetlerine Müslümanlar da Musevilerin başta hamursuz günleri olmak üzere dini ritüellerine büyük saygı gösterirlerdi. 
* * *
 
Eşrefpaşa, Bayramyeri 1960’ların sonu
Ramazan ayının son haftasında bizim aileyi tatlı bir telaş sarardı:
            Bayramyeri şekercisi Niyazi Cinskızan’dan badem şekeri, Kemeraltı Çarşısının Hisarönü mevkiindeki şekercilerden de akide şekeri ve fıstıklı çifte kavrulmuş tedarik edilirdi. Dikkatinizi çekerim, badem şekeri en ustasından, akide ve çifte kavrulmuş da yine eni iyilerinin üretildiği farklı mekânlardan sağlanırdı.
            Kahve’nin her dem taze olması için küçük miktarlarda alınması da temel düsturlardan biriydi. Bayramyerindeki Elmas Bakkaliyesinden bayram için yüz gram yeşil çekirdek kahve alınır,  o kahve annemin ta çeyizliğinden kalma kahve çömleğinde (Annemler 1951’de evlenmiş. O kahve kabı hâlâ kullanımdadır) bir fındık büyüklüğündeki tereyağı eşliğinde hafif ateşte, bir gazete kâğıdından süpürge biçiminde ve akordeon körüğüne benzer tarzda yapılmış bir o anlık alet yardımıyla çevrile çevrile kavrulurdu.
            Soğutulmaya bırakılan kahve ılıdıktan sonra babam tarafından Erzincan işi kahve değirmeni ile yavaş yavaş çekilerek öğütülür ve kavanoza doldurulurdu.
* * *
            Evet, belirtmiştim ya Ramazan ayının son bir haftasında bizim aileyi tatlı bir telaş sarardı:
            Ailenin hanımları baklava telaşına girerken ben de babamla birlikte, rahmetli babaannemin kabrini ziyaret etmek için Paşa Köprüsü Mezarlığının yolunu tutardık. Karabağlardaki Paşa Köprüsü Mezarlığı’nın kapısında otobüsten iner ve Roman seyyar tezgâhlarından iki demet taze mersin alarak yola koyulurduk.
            Mezarın üzerindeki kurumuş otları yolar, yanımızda götürdüğümüz keser ile toprağı tazelerdik. Babam da kabrin üzerinde başta gül ve diğer çiçeklerin bakımını yapardı. Mezarlıkta arife ve bayramı iple çeken sucu çocuklardan birkaç testi ile alınan sular (o zaman plastik bidonlar yoktu. İyi ki de yoktular) ile toprak nemlendirilir ikinci testinin suyu da kabrin başındaki selvinin dibine boca edilirdi. Sonra da karşı yoldaki Musevi Mezarlığının önünden Karabağlar – Eşrefpaşa Eshot Otobüslerine binerek Eşrefpaşa Evlendirme Dairesinin önünde inerdik.
            Merdivenlerin başındaki Bayburtluların kahvesinin önünden geçerken dünya yakışıklısı rahmetli Murat dayımı bahçede nargile içerken gören babam dayım ile tavla partisine oturur ve bende dayımın ısmarladığı buz gibi Cincibir Gazozunu yuvarladıktan sonra koşar adım mahalledeki arkadaşlara ulaşarak “pilotçuluk oyununa” kaldığımız yerden devam ederdik. 
* * *
            Evet, ev dip temel temizlenecek,  baklavalar yapılacak ve arife sabaha karşı son temizlik rötuşlarını bitiren annem ve ablam balkonları da yıkadıktan sonra sabah ezanında camiye giden babamın peşinden kuaför Şengül’e giderek saçlarını “mizample” yaptıracaklar ve babam camiden dönmeden önce de kuaförden dönüp kahvaltı sofrasını hazırlamış olacaklardı.
            Baklava için arife günü rahmetli büyük halam Zekiye ve akrabalığın zarif simgelerinden rahmetli Zafer Hanım Teyze sabahın seherinde bize gelirler ve herkes uzmanlık bonsensine göre gerekli gayreti gösterirdi.
            Tam bir imece idi aslında.
            Zafer Hanım Teyzenin açtığı yufkalar, pencere camı gibi öbür tarafı gösterirdi.
            Üç beş yufkada bir Zekiye halamın büyük bir titizlikle ayıklayıp havanda dövdüğü cevizler serisini serpişi, annemin tavuk teleğiyle ceviz serpme faslı öncesinde o nahiyeye eritilmiş tereyağıyla yağlayışı. Evet, işte imecenin en küçük ölçekli simgesi bu idi. 
            Tepsinin bitişinde benim tepsileri birer birer Altıntaş’taki eski Bahçeli Kahve’nin yanındaki Kızlar Fırınına götürüşüm daha gün gibi hafızamda canlıdır. Kızlar fırınına teslim ettiğim her tepsinin üzerine ortası delikli iki tarafta aynı numaraların olduğu teksir kâğıda basılı birer etiket / marka fırıncı geçkin kızlar (ablalar) tarafından yapıştırılır birer parçası da bana verilirdi. “Marka” yı aldığımda bana söylenen süre genellikle bir saatten az olmazdı.
            Sürenin dolmasına yakın her türlü oyundan sıyrılıp sorumluluk sahibi bir fert olarak, üzerine birer kat gazete kâğıdının örtüldüğü tepsileri birer ikişer eve getirirdim. Hafızam beni yanıltmıyorsa bu gazeteler fırının stoklarındaki Yeni Asır ve Demokrat İzmir Gazetelerinin eski nüshaları olurdu.    O, hani Adnan Düvencinin sahipliğini yaptığı Atillâ İlhan’ın yazılar yazdığı Demokrat İzmir. Atillâ İlhan’ın ilk yazılarını işte o gazetelerde okumuştum
* * *
            Bayram sabahlarının kahvaltısı ise bir başka âlemdi. Sanki o güne kadar evde hiç kahvaltı yapılmamış da ilk defa kahvaltıya oturulmuş gibi.
 
 
 
 
Akarcalı Camii
Akarcalı Camii’nde Bayram Namazından çıkıp, köşedeki fırından tazecik ekmek ve Cumhuriyet Gazetesi ile dönen babamın elini ilk annem öper ve sonra ablam ve ben öperek bayramlaşırdık.
            Kahvaltıda bildik kahvaltı malzemeleri yanında mutlaka yaprak sarması ve bir gece önce şurubu vurulan baklava da bulunurdu. Babam sanki baklavaya onay verecek ve onay alınınca bayram boyunca gelen misafirlere baklava ikram edilecekti.
            Kahvaltı sonrasında rutin olarak aile büyüklerine yapılan ziyaretler Eshot Otobüsleri marifetiyle icra edilirdi.
* * *
 
 
 
  Sevgili Murat Dayım ve Zekiye Halam
Bugün ne sevgili büyük halam Zekiye, ne yakışıklı ve heybetli Murat dayım ve ne de Zafer Hanım teyze var.
            Onlar çoktan sonsuzluğa uğurlandılar. Orada ışıkların içerisinde yatıyorlar. Bugün o baklavaların açılabileceği büyük salonlu evde yok artık. Yıkıldı.
            Bugün bir apartman dairesinde, o imece baklavaların yerini, içi bütün ceviz parçaları ile doldurulan annemin “kalbura basması” yer aldı.   Zeytinyağlı yaprak sarması ise her daim mevcut.Bu ikili, bizim sülalenin klasikleri arasında hak ettiği yeri aldı.
 
 Yaprak sarması ve kalbura basma görselleri, 9 Eylül 2010 İzmir ziyaretimizde çekilmiştir.
 
 
Seksenine merdiveni dayayan ve son on yıldır transvers myelitis gibi kritik bir omurilik rahatsızlığının verdiği tek başına hareket kısıtına rağmen, seksenini deviren babamın sonsuz desteği ve kendi azmi ve hayata bağlanma gücü sayesinde yaşayan anamın, kalbura basma tatlısının bir püf noktasını belirterek bu serbest vezinde kaleme alınan yazıyı noktalamış olalım.
            Efendim en büyük teyzem Nadide Hanım’dan annemin aldığı bir sırdır bu.
            Nadide teyzem bildiğiniz meşe odununu bahçedeki ocakta temiz bir biçimde yakarak kül haline getirir. O külü eler. Ve bir miktarını kavanoza koyarak anneme verir. İşte o külden miktarını henüz öğrenemediğim kadarı, kalbura basmanın hamuru yoğrulurken hamurun içine katılır. Tarifi imkânsız bir gevreklik verir tatlıya.
            Fırından çıkmış kalbura basma,  ılık şerbetle ilk buluşmasında, sanki ki o kül; “ilk gece heyecanını” ortadan kaldırıyor ve  “ılık” şerbetin kalbura basmanın tüm hücrelerine nüfuz etmesini sağlıyor.
            Hepimizin bayram sevinçlerinin solmaması dileğiyle.
 
Eşrefpaşa’dan İzmir Körfezi, 1960’lar.
Not: Bu yazı, İmge Yayınlarından 2011 yılında çıkan, Mutfaktan Sofraya: Muhabbetiniz Bol Olsun kitabında yer almaktadır.